Harikasın sevgili dostum Michele. Harikasın. Sonunda cevabı buldum…
Michele Besso daha “neyin cevabı” demeden Albert devam ediyor.
“Aynı anda gerçekleşen iki olayın eşzamanlı olduğu konusunda hemfikir miyiz?” diye sorunca Michele “E yani. Tabi ki” diye cevap veriyor.
“Hayır” diyor Albert. İşte büyük hata bu.
“Şimdi düşün. Benimle birlikte hayal et. Bir demiyolunun kenarındayız. İki tane de elektrik direği. Aralarındaki mesafeyi de biliyoruz. İkisinin tam ortasını bulup işaretleyelim. Tam ortada da sen dur. Eline bir ayna al. Bu iki direğe aynı anda yıldırım düşsün. Bu aynadan baktığında iki olayın da eşzamanlı olduğunu görürsün. Şimdi bu raylardan geçecek bir trene bin. Elinde de iki tarafı da gösteren bir ayna var. Tren tam işaretlediğimiz noktaya geldiğinde bu iki direğe tekrar yıldırım düşsün. Bu iki yıldırım bu sefer de aynı anda mı düşer?”
Michele düşünürken sabırsız Albert cevabı kendisi verir.
“Hayır tabi ki.”
“Aynadan baktığında önce trenin gitmekte olduğu yöndeki direğe düştüğünü görürsün yıldırımın. Zira ışığın direkten aynaya gitmesi zaman alır. Bu sırada tren biraz daha yol kat edeceği için arkadaki direkten gelen ışık da daha fazla yol kat edecektir. Önce birine, sonra diğerine düşmüş gibi göreceksin. İşte trende giden biri için bu yıldırımlar sanki aralarında bir gecikme ile düşmüş gibi, rayların kenarında duran biri için aynı anda düşmüş gibi görünecektir.”
Michele “Ama bu?” diye araya girdi.
“Evet” dedi Albert. “Zaman, sevgili dostum Michele. Zaman “görecelidir”.”
Bir kıvılcıma bakar diyoruz ya her şey. Kimi zaman zihinde yanan bir kıvılcım. Koca bir yangına döner. Kimi zaman bu sadece seni değiştirir. Sen artık eski sen değilsindir. Kimi zaman ise bu yangın tüm zihinlere yayılır, kimse artık eskisi gibi değildir. Dünya. Artık eskisi gibi değildir.
Albert’ın kıvılcımıydı bu ünlü tren yolu düşünce deneyi. Her şeyi değiştiren o aydınlanma…
Albert’ın hikayesi devam ediyor…
– Düşündüğümüzde bu tür düşünce deneyleri, özellikle bu çıkarım çok basit değil mi? Albert için de öyleydi. Kendisi de şöyle demişti “Burada sıradışı, mantıksız ya da gizemli bir şey yok. Sadece zamanın hepimiz için farklı hızlarda aktığını ifade etmeye çalışıyorum. Ancak neden herkesin bu kadar basit olduğunu anlamamasını anlamakta zorlanıyorum.”
Albert bu çıkarımının üzerinden sadece 5 hafta geçtikten sonra tüm kanıtları ile bir makale yazmış, bunu kağıda dökmüştü bile. Çıkan sonucu da biz “Özel Görelilik Teorisi” olarak biliyoruz. En basit hali ile ne kadar hızlanırsanız zaman yerinde duran bir gözlemciye göre sizin için daha yavaş akacaktır anlamına geliyordu bu teori.
Makalesinde de bunun yansımalarından da bahsedecekti. O zamanlar isterseniz iki tane saat alın, birini ekvatora diğerini de kutuplardan birine yerleştirin, ekvatordaki saat kutuptakine göre daha yavaş akacaktır demişti. 1905’te bunu söylemişti.
Söylediğinin en basit anlamı şuydu. Algılamak ne kadar zor olsa da işe giderken, yoldayken zaman masanızda oturduğunuzdan daha yavaş geçer. Tabi 100 km hızla giden bir araba için bu zamandaki değişim inanılmaz küçük olduğu için algılaması mümkün değildir. Ama mesela işe giderken kullandığınız arabanız ya da bindiğiniz metrobüs ışık hızının %90’ına ulaşabilseydi o zaman çok garip şeyler gözlemlerdiniz. Mesela boyunuz yol kenarından bakan birine normalden %40 daha kısa görünürdü.
Ve aslında Einstein’ın 15 yaşındayken sorduğu sorunun cevabı da burada ortaya çıkıyordu. “Bir ışık dalgasına binebilseydik ne olurdu?”
Cevap. Hiçbir şey. Evet. Hiçbir şey olmazdı. Çünkü boyunuz tam bu hıza ulaşıldığında sıfırlanacak ve zaman da duracaktır. Bir şeyler oluyorsa da siz zaten gözlemleyemezdiniz.
Tabi herkes için o zamanlar bu çıkarım biraz çılgıncaydı. Söylediklerin kanıtlanamaz deli saçmaları diyorlardı ona. Ama o zamandan bu yana. Her baktığınızda o kadar güzel bir teoriydi ki bu. Çalışıyordu. İşe yarıyordu. Tam da söylediği gibi…
İşte bu “özel görelilik teorisi” böyle keşfedilmişti.
1905’in Haziran ayında Albert, henüz 26 yaşındayken bu teorisini Alman fizik dergisi Annalen Der Physik’e “Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği Üzerine” başlığı ile gönderdi. Ancak makalede önceki çalışmalara bir referans ya da başka birilerinden bir bahis yoktu. Bir tek yakın dostu Michele Besso’ya “sabırla dinlediği” için teşekkür ediyordu. Her şeyin ötesinde eşinden, Mileva’dan da herhangi bir şekilde bahsetmemişti. Kimi zaman araştırmacılar sevgi ifadesi olarak bile eşlerinden, ailelerinden bahsederler. Kaldı ki Mileva ile Einstein’ın mektuplarından anlaşılacağı üzere aralarında ışık ve hareket problemleri konusunda fikir alışverişi yaptığı da görülüyor.
O halde neden Mileva’dan bahsetmemişti? Bazı kaynaklara göre Mileva’nın da bu teorilerdeki katkısı Besso ile aynıydı. Sadece dinleyiciydi. Söylediklerini anlayan, üzerine yorum da yapabilen ama en nihayetinde sadece bir dinleyici. Zaten önceki videodan da hatırlayacağınız üzere bu tür entelektüel tartışmalara vakit ayıracak durumda da değildi Mileva. Ancak bana kalırsa her anlamda bahsetmeliydi. Ancak. Albert. Biliyorsunuz…
Kişisel ilişkilerde galiba bir miktar “duygusuz” olduğunu söyleyebiliriz. Fazla gerçekçi, duyguları her zaman gereksiz gören aşırı hırslı bir karakter. Ancak işte bu hırsını da çalışmalarında, alışmalarına gösterdiği ilgide de görebiliyoruz. Teorileri artık onun her şeyiydi. Kimi zaman ailesinden de öte mi derseniz? Galiba öyle.
Zaten Annus Mirabilis yani Mucize Yıl olarak bildiğimiz 1905 yılında bu anlamda kontrolü kaybetmişti Albert desek yeridir herhalde. Işığın kuantum teorisi, ışığın parçacık özelliği ve atomun varlığı ile ilgili çığır açacak fikirler ortaya arıyordu. Evet. Zihninizde daha iyi resmedebilmeniz için. Henüz atomun varlığından bile şüphe edilen bir dönemden bahsediyoruz. Bilim karşıtlığının bugünden çok daha güçlü olduğu zamanlardan. Neyse.
İşte fikirler birbirini takip ederken özel göreliliği kütle ve enerjiye uyguladığında tarihin en önemli formüllerinden biri ortaya çıkacaktı. “E=MC2”.
Yani bir cisimde mevcut enerji miktarı kütlesi çarpı ışık hızının karesine eşitti. Yani çılgın bir sayıdan bahsediyoruz.
Albert kendisi bunu şöyle ifade etmişti “Bir gramlık bir maddede inanılmaz miktarda enerji bulunur. Ama bu enerji serbest kalmadığı sürece bunu gözlemleyemezsiniz. Şey gibidir bu. İnanılmaz zengin bir insan olduğunu düşünün. Bu adam sıradan giyiniyor ve hiç para harcamıyorsa herhangi biri için sıradan bir insandır bu. Ne kadar parası “yani enerjisi” olduğunu bilemezsiniz”.
26 yaşında bir patent ofisi çalışanı artık kendi boyunu da aşıyor, ünü yavaş yavaş yayılmaya başlıyordu. Haliyle teorileri için bir ödeme alamadığı düşünüldüğünde hala ofisteki işine de devam ediyor, bir taraftan da özel ders veriyordu.
Bu sırada hiç alışık olmadığı şeyler de oluyordu. Çevre üniversitelerden profesörler bu genç fizikçiyi görmek için patent ofisine geliyor Albert ile görüşmek istediklerini söylüyorlardı. Mezun olduktan sonra asistanlık için başvurduğu ancak cevap bile alamadığı profesörlerdi bunlar. Kendisi de aslında çok farkında değildi bu teorilerin nereye varacağından. Onun tek yaptığı şey yine yetinmezliği göz önüne alındığında kendine, düşüncelerine meydan okumaktı.
Mucize Yılda yayımlanan makaleleri, edindiği başarılarla övünmek, biraz dinlenmek yerine ilk iş ne yapmıştı peki?
Teorisinin yetersizliğini fark etmişti. Evet. Mükemmel bir teoriydi özel görelilik. Harika çalışıyordu.
Fakat 1907 yılında bir başka fizik dergisi için özel göreliliği yeniden yorumlarken bir anda yazmayı bırakıp bir şey fark etmişti. Teorisi neredeyse o zamanki fiziğin tamamını kapsıyor, birçok şeyi hatasız bir şekilde ifade edebiliyordu. Bir tek şey hariç.
Kütleçekim…
Yani normal şartlarda çok az insan buna cesaret edebilirdi. Çünkü kütleçekim yerleşmişti artık. Çok iyi çalışıyordu. Bir iki ufak pürüz dışında. Her şeyi değiştirecek o pürüzler. Ama normalde tartıya bir tarafa bir kilo demir, diğer tarafa bir kilo pamuk koymanız tartıyı dengeye getirir. Çünkü dünyanın kütleçekimi ikisini de eşit ölçüde çeker. Ama pürüz de buradaydı işte. Dünya bunu nasıl yapıyordu? Yani demir ya da pamuk dünyanın bu gücünü nasıl hissediyordu? Newton bu kuvvetin güneş sistemini de yönettiğini söylemişti. Gökcisimlerinin de uyduğu bir yasaydı bu. Ama Newton bile kütleçekimin evrenin tamamında nasıl etkili olduğunu, bu gücün nasıl tüm evreni kontrol ettiğini açıklayamamıştı. Tüm gizem de buradaydı. Tüm gezegenler nasıl belirli bir rotayı takip ediyor? Evrendeki bu tür bir düzeni sağlayan neydi? Tanrının düşünce biçimini öğrenmek istiyorum demişti ya Albert.
Max Planck ne demişti bir keresinde Albert’a biliyor musunuz?
“Hayatının en büyük kumarını oynuyorsun”.
Dokunma demişti Max Planck Albert’a. Kütleçekime dokunma. Çözemezsin. Çözsen bile kimse inanmaz. Çok karmaşık, çok zor bir problem bu. Yüzyıllardır kimse cesaret bile edemedi buna. Uzak dur.
Albert da farkındaydı aslında. Çok zor olacağını da biliyordu. Hatta yine bir keresinde “özel görelilik aslında çocuk oyuncağıymış. Kafam patlayacak gibi. Hiç bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum” demişti.
En büyük problem şuydu. Kütleçekim evrendeki en demokratik olguydu. Evet. Her türlü nesne, her cisim. Siz, ben, bir sinek, bir nötron yıldızı ya da bir galaksi. Her şey onun için aynıydı. Malzemesi ne olursa olsun. Ne kadar büyük olursa olsun. Her şeye eşit davranıyordu. Yani Albert’ın ele alabileceği, başlangıç noktası yapabileceği bir istisna yoktu. Ne yaparsa yapsın bu probleme nasıl yaklaşacağını bilmiyordu. Ta ki…
“Der gluckliche gedanke meines Lebens”. Demişti Albert. “Hayatımın en mutlu düşüncesi”. Bir anda belirivermişti zihninde. Tanrının düşünce biçimine yepyeni bir pencereden bakabileceği bir düşünce deneyi ile cevap kendiliğinden ortaya çıkacaktı…
Bir modern fizik tarihçisi ve The Collected Papers of Albert Einstein kitabının editörü Martin Jesse Klein şöyle söylemişti bir röportajda,
“Geçmişe gidip Albert Einstein’a bir soru sorabilseydim şunu sorardım: Teorilerini dayandırdığı ilkelerden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun? Görelilik yasasının bu kadar evrensel olduğunu nasıl anlayabildin? Evrenin kumaşının her bir noktasında bu şekilde çalıştığından nasıl emin olabiliyorsun?”
Gerçekten de öyleydi. Kendisine göre bir anda ortaya çıkan teoriler değildi bunlar. 4-5 yaşında babasının hediye ettiği pusuladan beri aslında zihninde sürekli çalıştığı, üzerine düşündüğü problemlerdi bunlar. Düşünmekten hiç vaz geçmediği. Ve yaşadığı o aydınlanma anı aslında 10 yıllarca süren zihinsel çalışmaların bir sonucuydu.
Ve herkes şüphe ile yaklaşırken onun emin olduğu tüm çözümler üzerinden 100 yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen kusursuz bir şekilde çalışıyor, çalışmaya da devam ediyor…
Ama tabi ki önce “Hayatının en mutlu düşüncesinden” bahsetmemiz gerekiyor…
Ve her zaman olduğu gibi.
Tekrar görüşene dek.
İyi ki varsınız.
Sevgiler…