Bir şeyi düşündüğünüz, düşünebildiğiniz, böyle bir fikrin aklınıza bile gelmesinden mutluluk duyduğunuz oldu mu hiç? Sonrasında bir tür kendi kendinize beşlik çaktığınız mesela. Kendi sırtınızı sıvazladığınız.
“Der glückliche gedanke meines Leben” derken Albert tam olarak böyle hissediyordu işte.
Hayatımın en mutlu düşüncesi…
“Bir adam yüksek bir binanın çatısından atlarsa ne olurdu? Kendi ağırlığını hissetmezdi elbette.”
E ne var bunda? 5 yaşında çocuk bile bu çıkarımı yapabilir diye düşünebiliriz…
5 yaşında bir çocuğun birçok yetişkinden çok daha devrimsel fikirleri olduğunu bir kenara bırakırsak bakın Albert’ın bu en mutlu düşüncesi Newton’dan ve hatta daha öncesinden bu yana doğru kabul edilen fiziğin temelleri nasıl çatırdayacaktı…
Bir düşünce deneyinden bahsediyoruz elbette. Albert şöyle sormuştu: “Bir asansördesiniz. Birden asansörün kabloları kopuyor. Ne olurdu? Elbette havalanırdınız. Ağırlığınızı hissetmezdiniz. İkiniz de dünyanın kütleçekim alanı içinde aynı hızla düşmeye başlardınız.
Şimdi sahneyi değiştirelim. Uzaya gidelim. Bir uzay mekiğindesiniz. Normal şartlarda dünyanın kütleçekiminden çok uzak olduğunuz için burada da havalanır, ayaklarınız yere basmazdı. Peki roket birden hareket etmeye başlarsa? Bu durumda roketin alt kısmı da hareket edeceği için giderken havada duran sizi de alır götürür. Bir anda ayaklarınız roketin tabanına basar. Bir anda. Sanki dünyadaymış gibi, kütleçekim alanına girmiş gibi hissedersiniz. “Aynı” hissederdiniz.
O halde. O zaman. Kütleçekim ile hızlanma aynı şeyler olamaz mı?
Uzayda hızlanan bir roketin içinde durmanız ile sağlam bir asansörde kapıların açılmasını beklemeniz arasında bir fark yok…
Kütleçekim ile hızlanma. Evet. Aynı şeyler.
O dönemde bu fikrini ve teorisini duyan diğer bilim insanları “Hmm. İlginçmiş.” Diyip hayatlarına devam etmişlerdi tabi. Buradan ne çıkacağını ise yine sadece Albert görmüştü. Devrimsel ve tamamen yeni bir kütleçekim teorisinin temeliydi bu.
Bu düşünceler arasında Nirvana da hisseden Albert’ın aynı zamanda giderek ihmal ettiği biri vardı. Mileva. Evlenirken tüm dünyaya karşı el ele verecek, birlikte çalışacak ortaklar olma sözü vermişlerdi ama… Albert’ın öncelikleri değişmişti artık.
Kendisi de bu dönemde bunu açık açık ifade edecekti. “İnsanlarla aram iyi değil benim. Aile babası değilim ben. Tek ihtiyacım olan huzur. Yalnız bir birey olmanın değersizliğini hissediyorum. Ama bu beni mutlu da ediyor.”
1911 yılında ailecek Prag’a taşındıklarında araları iyice bozulacaktı. İkinci oğulları Eduard Einstein da bir yıl önce doğmuş ve artık Mileva tamamen evde iki çocukla ve ev işleri ile ilgilenme görevi ona kalmıştı. Albert artık kariyer merdivenlerini tırmanıyor, Üniversitelerde profesör unvanı ile çalışmaya başlıyordu. Mileva ise gençken kurduğu erkek egemen bilim dünyasında güçlü bir kadın olma hayallerinden gittikçe uzaklaşıyordu.
O döneme ait yazışmalarda da Mileva şöyle söylüyordu:
“Albert’ın başarısı beni çok mutlu ediyor. Bunu sonuna kadar haketti. Fakat bu başarılarının ve kazandığı şöhretin onun insani yönüne zarar vermesinden de korkuyorum…”
Daha sonra gittikçe derin bir depresyona girdiği de anlaşılıyor.
“Karısına artık hiç vakit ayırmıyor… Kendimi bir insan gibi bile hissetmiyorum artık. Sevgiden yoksun bırakıldım. Neredeyse bilimi lanetleyeceğim bunun için.”
Albert ise yine aynı kayıtsızlıkla yaklaşıyordu olaya.
“Gece gündüz düşünüyorum. Sevgi dolu sohbetlere vakit ayıramıyorum o nedenle. Ağır bir iş yaparken, çekiçle çalışırken keman çalamamaya benziyor bu.”
Evet. Geri dönüşü yoktu artık. Çünkü artık tek önceliği bilimdi Albert’ın…
Kütleçekim meselesi tüm düşüncelerini sarmalamıştı.
Düşünce deneyini de geliştirmeye devam ediyordu.
Kütleçekim ve hızlanma aynı şeylerse hızlanma bize kütleçekim ile ilgili yeni neler öğretebilir?
Yeni sorusu buydu.
Uzayda süzülen roketine geri dönüp şunu düşünmüştü.
Roket hızlanırken pencereden giren bir ışık roketin diğer tarafında daha aşağıda bir notkaya düşecektir. Roketteki biri bu ışığın büküldüğünü görür haliyle. E o zaman… Evet. Hızlanma ışığı büküyorsa, kütleçekim de bükmeli o zaman.
Bir ipucu yakalamıştı artık. Ucundan tutup nereye gidecekti?
“Görünüşe göre” diye düşünmüştü Albert “Kütleçekim sadece elmanın yere düşmesini sağlamıyor”…
Prag’taki ofisinde düşünüyordu bunları. Bir akıl hastanesine bakan ofisinde. Aynı zamanda bahçesinde gezinen akıl sağlığını kaybetmiş hastalarla da bir tutuyordu kendini. Ben fizikle kafayı bozmuş bir akıl hastasıyım diyordu.
Haksız da değildi. Takip eden beş yıl boyunca büyük bir takıntı haline gelmişti bu düşünce.
1911 yılında da Brüksel’de ünlü Solvay konferansının yenisi düzenleniyor ve sadece en önemli isimler sadece davet üzerine katılıyordu. Albert da davet edilen en genç bilim insanıydı. O dönemde Brüksel Üniversitesi rektörünün kızı Gabriele Oppenheimer o günü şöyle hatırlıyor. Her yerde fizikçiler vardı. Çok büyük isimler. Ama eşim o zaman beni dürterek genç bir adamı gösterdi.
“Şu adamı görüyor musun? Buradaki tüm fizikçilerden çok daha büyük bir isim olacak.” Demişti.
Albert’tan bahsediyordu.
Patent ofisinden çıkan bu genç adam Marie Curie ile, Hendrik Lorentz ile, Ernest Rutherford ile sohbet ediyordu o konferansta. Bu büyük isimlerle fikir alışverişi yapıyordu.
Ve Mileva’nın da korkuları gerçekleşiyordu. Albert gittikçe kendisinden uzaklaşıyor, Mileva’nın aslında sadece kendisini her anlamda partneri olarak görmesini, onu da dahil etmesini istemesi Albert’a çok geliyordu. Albert kendisinden talepleri olmayan, sadece aslında arkasını toplayacak bir kadın istiyordu. Bunu da en yakınında, kuzeni Elsa’da bulacaktı.
Bir süre Elsa ile yazıştıktan sonra bu “yasak ilişkiye” de zaman ayıramamış, bir ara vermiş ve ailesi ile birlikte Mileva ile tanıştığı Zürih Politeknik’te profesör olarak ders vermek üzere Zürih’e taşınmıştı.
Çok da başarılı bir öğrenci olmadığı, hocaları ile sürekli sorun yaşadığı okula bir teorik fizik profesörü olarak geri dönmüştü Albert. Kişisel hayatında çok azımızın onaylayacağı bir insan olsa da profesyonel yaşamında her şey yolunda gidiyordu.
Kütleçekim problemine artık tamamen odaklanabilecekti.
Bu arada önceden hocası olan ve Albert’a “tembel köpek” lakabı takmış olan Hermann Minkowski Albert’ın 1905 tarihli özel görelilik makalesini okumuş ve “Ondan bunu hiç beklemezdim. Bu sıradışı bir şey” demişti.
Burada da kalmamış göreliliği o kadar karmaşık bir matematik ile ifade etmişti ki Albert bile kendi teorisini tanıyamamıştı.
Ama Minkowski haklıydı. Ve açıkça şunu söylüyordu. “Uzay ve zaman aslında birdir ve dört boyutlu bir evren sunar bize.”
Bomboş bir alan düşünün. Uçsuz bucaksız. Bu alanda dört sayı ile herhangi bir olayın tam konumunu kaydedebilirsiniz. Örneğin. Sadece üç sayı ile burnunuzun ucundan en uzak galaksiye kadar herhangi bir cismin yerini belirleyebiliriz. Uzunluk, genişlik ve yükseklik. Üç sayı. Yeterli. Şimdi buna zamanı da eklediğinizde artık büyük patlamadan şu anda her neredeyseniz, orada saat kaçsa bu ana kadar olan bir olayı da kayıt altına alabiliriz.
Bir arkadaşınızla buluştuğunuzu düşünün. Bir kafede oturuyorsunuz. Evrenin üç sayı ile ifade edilebilecek bir noktası bu. Ve saat onu on geçiyor olsun. Bu buluşma olayını Minkowski bir matematiksel resim olarak ifade edebileceğini fark etmişti. Şimdi aynı yerde, aynı masada oturmaya devam ediyorsunuz. Ve bir saniye geçiyor. Bir saniye daha. Konumsal sayılarınız sabit kalırken aslında siz sabit değilsiniz. Zaman boyutunda hareket etmeye devam ediyorsunuz.
Evet. Bu fikir Minkowski’ye aitti. Einstein’ın fikirlerini alıp o kadar güzel yorumlamıştı ki. Yalnız bir eksiği vardı. Bunu da yine Albert fark edecekti. Bu çok güzel uzay-zaman fotoğrafı sabit olamazdı. Bükülmeliydi.
Bu nokta işte sıçrama noktası olacaktı. Bu muhteşem uzay-zaman kumaşı bükülseydi. Ne olurdu?
Bir çatıdan atlayan adamdan buraya gelmiştik artık.
Evet. Uzay zaman bükülüyordu. Ve bu bükülme bizim bildiğimiz “kütleçekimden” başka bir şey değildi.
Müthiş bir fikirdi bu. Ve uzay-zamandaki bükülmeyi de sadece ve sadece madde, madde ve enerji gerçekleştiriyordu. Bir göle taş attığınızda çıkan dalgaları düşünün.
Bu dalgaların sebebi attığınız taşın varlığıdır. O taştır her şeyi başlayan.
Uzay-zamanda da bükülmeyi, kütleçekimi oluşturan bir cismin varlığıdır haliyle.
Bir cisim olmadığında uzay-zaman düzdür.
Bir yıldız eklediğinizde mesela.
Durduğu yerde bir ağırlığı olur. Büker.
Neden olduğu bükülmeye yaklaşan veya bu alan içinde oluşan herhangi bir şey de bu bükülmeyi takip etmeye başlar.
Binlerce yıllık sorunun cevabı ortadaydı artık. Dünyayı, güneşi, galaksileri, galaksi kümelerini bir arada tutan birbirlerinin yarattığı bükülmeleri takip etmesiydi.
Genel görelilik teorisi olarak bildiğimiz bu kütleçekim teorisinin tamamlanmamış bir versiyonunu Albert 1913 yılında tamamlamıştı. Ancak bu kadarı bile asıl önemli kişileri etkilemeye yetmişti.
İlk fark eden kimdi peki?
“Kütleçekime bulaşma, işin içinden çıkamazsın, büyük bir kumar oynuyorsun” diyen Max Planck.
Albert’ın başardığını, kumarı kazandığını gören Max Planck hemen Zürih’e gitmiş ve Albert’a dönemin teorik fizik merkezi olarak bilinen Berlin’de çalışmayı teklif etmişti.
Bu reddedilemez teklifi de Albert haliyle hemen kabul etmiş ve Mileva ve iki çocuğu ile Berlin’e yerleşmişti.
Ama artık Mileva ile ipler tamamen kopmuştu. Üç ay bile geçmeden Mileva “artık yeter” demiş ve iki oğlunu da alarak Zürih’e geri dönmüştü.
Çocuklarından kopmak bir miktar üzse de Albert aslında rahatlamıştı desek yeridir. Dedik ya. Hep kabul ediyordu iyi bir eş ve iyi bir baba olamadığını.
Çok geçmeden de ne yapmıştı? Evet. Kuzeni Elsa’yla tekrar görüşmeye başlamış, talepkar olmayacak bir eş olabileceğini düşünmüştü.
Özel hayatındaki bu karmaşanın da üzerine 1914 yılında artık birinci dünya savaşı da patlak vermeye başlamıştı artık.
Aralarında Max Planck’ın da bulunduğu 93 bilim insanı Almanya’nın lehine bir manifesto yayımlarken Albert savaşa tamamen karşı çıkan bir kampanya başlatmış ancak toplamda 3 imza toplayabilmişti. Ardından da şunları söylemişti:
“Avrupa büyük bir çılgınlığın içinde. Aklını tümden kaybetmiş gibi. Bu kadar ahmak, yozlaşmış bir türe, adına vatanseverlik dedikleri vahşetten, sözde özgürlükten, şiddetten mutluluk ve gurur duyan bu türe ait olduğum için utanç duyuyorum.”
Savaşın merkezinde bir pasifist olan Albert kaçışı yine teorilerinde bulmuştu. Ve son bir engeli vardı. Geliştirdiği bükülen uzay-zaman teorisinin matematiksel olarak ifadesi. Tam 3 yıl boyunca gecesini gündüzüne katmış, bu problemin üzerine çalışmıştı. Evet. Hayatının en mutlu düşüncesi ona bir başlangıç noktası vermişti ama tarihin en başarılı teorilerinden biri elbette bir anda ortaya çıkmayacaktı.
Tam işin içinden çıkılmayacak hale gelmişken yine eski arkadaşı Grossmann yardımına yetişecek ve ona cevabı söylemese de nereye bakması gerektiğini gösterecekti.
Bazen olur ya. Uzun süre aradığınız cevap tam da gözünüzün önündedir. Nasıl görmedim ben bunu dersiniz.
3 yılın sonunda. En sonunda kendisinin de baktığında başını ağrıtacak genel görelilik teorisi ortaya çıkmıştı.
Ve 1915 yılının sonbaharında bu teorisini test etme vakti gelmişti.
Hatırlarsınız. Newton fiziği özellikle Merkür’ün yörüngesindeki sapmayı açıklayamıyordu. Kimse de açıklayamamıştı o zamana kadar.
Bu tamamen kağıt üzerindeki inanılmaz kapsamlı teorinin gerçek hayattaki ilk sınavıydı bu. Dikkat edin sadece kağıt üzerindeki bir teori bu. Herhangi bir deneye dayanmadan. Evrende açıklanamayan bir şeyi açıklayabilecek miydi peki?
İçinden bir ses ona Merkür’ün günberi noktasına yani güneşe en yakın olduğu noktaya bakar ve formülünü uygularsa sonucu göreceğini söylüyordu.
O da öyle yapmıştı. Bir bilgisayarda bir kodu yazdıktan sonra uygulamayı çalıştırmak ve sonucu beklemek gibi. Bastı düğmeye. Ve. Sıfır sapma. Merkür’ün tüm hareketleri tam da kağıt üzerinde tahmin ettiği gibiydi. Sıfır sapma ile.
Evren. Uzay-zaman. Bükülüyordu. Ve cisimler bu bükülmeye harfiyen uyuyordu.
Işık bile. Bu kurala uyuyordu. Yaratılışın bilimsel hikayesiydi bu birçok insana göre. Büyük patlama, genişleyen evren modeli, galaksilerin yapısı, modern kozmolojinin neredeyse tamamı bu basit, tek bir formülde karşımızda duruyor.
Solda uzay ve zaman. Sağda madde ve enerji.
Karşınızda Albert Einstein. Ve onun muhteşem Genel Görelilik teorisi…
Her şeyi değiştiren… Bir kıvılcım ile başlayan büyük bir aydınlık. Dünyayı aydınlatmaya başlamıştı artık…
Albert mı? Onun hikayesi aslında burada bitiyor diye düşünebilirsiniz. Öyle de olmalı. Bu bir insanın ömrüne sığdırabileceğinden çok daha fazlası…
Ama. Hayır… Kabına sığmayan, o yetinmeyi bilmeyen Albert… Evet. Biraz daha işi vardı. Kendince.
Ufak bir iş…
Her şeyin teorisi…
Bir pusula ile dünyası değişen bu çocuk Tanrı’nın düşünce biçimine ufak bir pencereden bakabilen bu çocuk, yetinmeyecek. Hepsini isteyecekti…
Ama hiç. Ama hiç. Kolay olmayacaktı…
Daha konuşacaklarımız var anlayacağınız.
Ve her zaman olduğu gibi.
Tekrar görüşene dek.
İyi ki varsınız.
Sevgiler…