Marie Curie.
Dünyayı değiştiren kadın.
Bugün bile bilim insanları ve doktorlar için hayati önem taşıyan çalışmaların mimarı, bilim tarihinin en önemli insanlarından biri.
İki farklı kategoride, iki farklı Nobel ödülü kazanmış ilk ve tek insan.
Radyum elementini bularak atomun gizemlerini çözen, bugün bile laboratuvarında kullandığı Fransa’da bir müzede özel bir alanda tutulan ve 1500 yıl daha radyoaktif olacağı düşünülen not defterine bakabilmek için radyasyon tehlikesini kabul ettiğinizi gösteren bir kağıt imzalamanız ve koruyucu kıyafet giymeniz gereken, öldükten sonra bedenindeki radyasyon nedeniyle kurşun bir tabutta gömülen, hayatını bilime adamış, modern fiziğin öncüsü.
Onun bu başarılara giden yolu ise dönemin şartları göz önüne alındığında özellikle bir kadın için inanılmaz zorluklar ve engellerle doluydu.
Bilimde bilinmezliklere karşı verdiği savaşın yanında bir de cinsiyet ayrımı duvarını da yıkması gerekiyordu.
Fakat işte özellikle bu nedenle onun hikayesinden hepimizin öğrenecek o kadar çok şeyi var ki…
Tarihin en güçlü kadını.
Marie Curie…
Dünyaya 1867 yılında Polonya’da Marya Salomee Sklodowska olarak geliyor Marie Curie.
Ailenin beşinci ve son çocuğu olarak gelen Curie’nin babası Vladislav lisede fizik ve matematik dersleri veriyor ve annesi Bronislawa da kızlara özel bir okulda müdürlük yapıyordu.
Marie doğduktan sonra emekli olan annesi maalesef tüberküloz hastasıydı.
Aile özellikle bu dönemde ciddi mali sıkıntılar da yaşıyordu.
Ancak Marie’nin bilime sevgisi de babasının çalışma odasında bulunan fizik aletleri ile başlayacaktı. Özellikle elektroskobu çok severdi.
1874 yılında, 6 yaşındayken okula başlamış ve kısa süre içinde sınıfındaki en başarılı öğrenci olmuştu.
Ancak o dönem politik anlamda polonya oldukça zor durumdaydı.
Yaşadıkları Varşova Rus işgali altındaydı ve Ruslar ciddi anlamda polonyayı haritadan silmeye çalışıyorlardı o dönemde. Ana dilleri olan Lehçe konuşmak, Polonya tarihini öğretmek veya öğrenmek yasaktı. Fakat her baskıcı rejimde olduğu gibi bu politikalar geri tepiyor ve Polonyalılar bir şekilde kültürlerini yaşatmanın bir yolunu bulmaya, kökenlerine daha sıkı sarılmaya itiyordu.
Marie de o dönemde özellikle ülkesi için gelecekte çok önemli işler yapmanın, ailesini ve ülkesini gururlandırmanın hayallerini kuruyordu.
Fakat hayat gittikçe zor bir hal almaya başlayacaktı Marie için.
Sekiz yaşlarındayken en büyük ablası Zofia tifüs hastalığı nedeniyle hayatını kaybetmişti. Yaklaşık 2 yıl sonra da maalesef annesi de tüberküloz nedeniyle hayatını kaybedecekti. Hayatındaki en önemli insanları kaybetmek Marie’yi yıkmıştı kelimenin tam anlamıyla.
Ancak tüm bunlara rağmen okul hayatında sürekli okulun en iyi öğrencisi olmaya devam ediyordu. Babası ve diğer kardeşlerinin de desteği ile hep hayalini kurduğu başarılı bir geleceğe tekrar tutunacaktı.
1883 yılında liseyi bitirdiğinde tüm derslerde okulun birincisiydi.
Sonrasında bilimsel çalışmalar yapmak isteyen Marie’nin önünde büyük bir engel vardı. Ruslar Varşova Üniversitesine hiçbir Polonyalı kadının katılmasına izin vermiyordu. Bunun üzerine Marie ile ablası Bronya bir plan yapıyorlar.
Birlikte çalışacaklar, para biriktirecekler ve önce Bronya ve ardından Marie Paris Üniversitesinde okuyabilecekti.
Önce Marie sorumluluğu almış ve zengin ailelerin yanında bir nevi hizmetçilik yapmaya başlıyor. Bu ailelerin çocuklarına özel dersler de veriyordu. Bu şekilde ablasının okuyabilmesi için 6 yıl boyunca çalışacaktı.
Ayrıca bu dönemde Polonya’da baskılar nedeniyle okula gidemeyen çocuklar için “Floating University” yani bir nevi “Gezici Üniversite” diyebileceğimiz bir girişim bağımsız akademisyenler tarafından hayata geçirilecekti. Otoritelerden habersiz olarak bir grup akademisyen tarafından eğitim verilen bu kurumun amacı Polonya gençliği için resmî ideolojiden ve sansürden arındırılmış bir eğitim ortamı yaratmaktı.
Marie de bu fırsatı kaçırmayarak tüm boş zamanlarında buradaki derslere katılacaktı.
Yani çalışmaktan arda kalan zamanının tamamını ders çalışarak, kendini geliştirerek geçiriyordu.
1891 yılına gelindiğinde ise Marie sonunda Paris’te ablasının yanında eğitimine yetecek kadar para biriktireiblmişti. İlk fırsatta ablasının yanına giden ve onunla yaşamaya başlayan Marie kendi dilinde Marya olan ismini de Fransızca versiyonu olan Marie olarak bu dönemde değiştirmiştir.
Ardından Sorbonne Üniversitesinde nihayet akademik eğitimine başlayabilecekti. Ancak bir süre sonra tek başına yaşamaya başlayan Marie’nin maddi durumu gittikçe kötüleşecek ve özellikle Üniversite kütüphanesinde gece gündüz çalışmaya başlayacaktı. Ayrıca dil engeli de vardı. Fransızca’yı yeni yeni öğrenmeye başlamış olduğu için derslerde diğer öğrencilere karşı ekstra dezavantajlıydı.
Fakat buna rağmen yine bölüm birincisi olarak 1893’te mezun olmuş ve hemen ardından Fizik yüksek lisansına kabul edilmişti.
Bunun yanında bir de burs kazanmış ve bunun sayesinde ikinci bir bölüme de başlamıştı. Matematik okuyacaktı.
Matematik bölümünde okurken farklı çelik türlerinin manyetizma özellikleri üzerine çalışan bir şirkette çalışmaya başlamış ancak bu konuda çalışabilmesi için bir laboratuvara ihtiyacı vardı.
Bunun için bir arkadaşı aracılığı ile bu konuda yardımcı olacak bir adamla tanışacaktı.
Paris’te ir okulda öğretmenlik yapan ve bir laboratuvarı işleten bir adam.
Adı da Pierre Curie’ydi.
Kristaller ve mıknatıslarla ilgili yaptığı çalışmalarla oldukça tanınan bir bilim insanıydı. Marie de Pierre’in laboratuvarında farklı çelik türleri ile ilgili araşıtmalar yapıyor ve Pierre de elektriğin kristaller üzerindeki etkisi üzerindeki çalışmalarına devam ediyordu.
Bu iki bilim aşığı insanın birlikte çalışması, çalışmalar yapması gerçekten müthiş bir buluşmaydı. Ve tahmin edeceğiniz üzere kısa süre içinde Pierre bu kadına, çalışma azmine, zekasına aşık olmuştu.
Marie de karşılık verecekti bu aşka. Tabi klasik bir ilişki beklemek de doğru olmazdı bu insanlardan. Pierre çiçekler, romantik hediyeler yerine Marie’ye fizik üzerinde yaptığı çalışmaların asıllarını hediye ediyordu.
Pierre kısa süre sonra evlenme teklif edecekti fakat ülkesine dönmek ve çocukluğundan beri hayal ettiği gibi ülkesine hizmet etmek istediği için ilk başlarda bu fikre çok sıcak bakmamıştı. İlerleyen zamanlarda tatil için doğduğu yere, Varşovaya dönen Marie büyük hayal kırıklığına uğrayacaktı.
Burada hala kadınların akademik dünyada kabul görmediğini gören Marie tekrar Paris’e dönerek hayatını Pierre Curie ile birleştiren Marie artık Marie Curie olacaktı ve bu ikili bir nevi yenilmez bir bilim takımı olacaktı.
Bir yıl sonra da Irene isminde bir çocukları olacaktı. Fakat bu Marie’yi hiçbir şekilde yavaşlatmayacak, Fizik doktorasını bitirip gözünü yeni alanlara dikecekti.
Bu sıralarda Fransız bir fizikçi olan Henri Bacquerel’in gizemli uranyum ışıkları ile ilgili keşfini öğrenecek ve bu keşif onu çok heyecanlandıracaktı.
Aynı zamanlarda Wilhelm Roentgen bir elektrik tüpünden gelen görünmez ışıkları keşfedecek ve görünmediği için bunlara X ışını diyecekti.
Bu ışınlar kemik ve metal dışında insan derisi veya et gibi maddelerden geçebiliyordu.
Birkaç ay içinde bu ışınların kullanımı inanılmaz yaygınlaşacak ve tıp alanında devrim yaratacaktı.
Henri Bacquerel de bu dönemde bu tip nüfuz eden ışınlar keşfedecekti.
Fakat Bacquerel’in tespit ettikleri Roentgen’in bulduğu gibi bir elektrik etkisi kaynaklı değil bir uranyum parçasından doğal olarak geliyordu.
Bacquerel bu uranyumu birkaç gün çekmecesinde bırakmış ve sonra baktığında çekmecedeki bulunan fotoğraf kağıtlarında lekelere neden olmuştu. Bu ışınlar belli ki bu tip kalın kağıtlardan da geçiyordu.
Ancak o zamanlar kimse bu bulguyu pek umursamamıştı.
Marie Curie hariç.
Marie öncelikle diğer elementlerden de gelen uranyum tipi ışınları sistematik bir şekilde araştıracak, 70 kadar elementi inceledikten sonra Toryum elementinin de bu tip ışınlar yaydığını görmüştü.
Ardından Marie birden fazla element içerek taşları inceleyecek ve tahmin ettiği gibi şu an uranyum cevheri ya da uraninit olarak bildiğimiz uranyum ve toryum içeren bir tür kayanın da bu ışınları yaydığını bulmuştu.
Fakat garip olan bu kayanın gereğinden fazla radyasyon yaymasıydı.
Bu ekstra radyasyona neden olan neydi?
Bu kayada uranyum dışında radyasyona neden olan başka elementler de bulunmalıydı.
İşte bu soru en önemli keşiflerine götürecekti Marie’yi.
1898 yılında Marie yeni bir element bulduğunu açıklayacaktı. Ülkesini onurlandırmak istiyordu hatırlıyor musunuz? İşte bunu hiç unutmamış ve bu elemente Polonya’dan yola çıkarak Polonyum adını verecekti.
Ayrıca polonyum, uranyum ve toryumu da anlatmak üzere Radyoaktif terimini de literatüre yine Marie Curie kazandıracaktı.
Yine aynı yıl içinde, çok geçmeden yeni bir element daha keşfedecekti. Daha radyoaktif bir element olan Radyum elementini.
Fakat Curie çifti bilim dünyasına bir şeyi kanıtlamak zorundaydı. Bu elementlerin varlığını.
Bu nedenle bu elementleri saf olarak üretmeleri, bunların atom ağırlıklarını bulmaları ve diğer elementlerden farklı olduğunu kanıtlamaları gerekiyordu.
İlk olarak radyum üretmek için yola koyuldular.
Bunun için çok miktarda, tonlarca uranyum cevherine ihtiyaçları vardı. Tonlarca. Avusturya’daki bir madenden bir şekilde bu malzemeyi bulup yakınlarda dev bir depoyu kiralayıp ikisi birlikte bu kayaları dev kazanlarda işlemeye başladılar.
Bu arada 1900 ve 1903 yılları arasında çalışmaları ile ilgili birçok makale yayınlıyor, bir taraftan doktora çalışmalarına devam ediyor, diğer taraftan saf radyum üretmek için canla başla çalışıyor, ve tabiki ayrıca çocukları Irene’le de ilgileniyordu.
1902 yılında ise sonunda tonlarca kayadan birkaç gram saf radyum çıkararak bir radyum atomunun atom ağırlığını bulmuş ve bu ağırlık diğer elementlerden farklı olduğu için bu yeni bir elementin keşfi anlamına geliyordu.
Marie ve Pierre bu radyum çalışmaları ile ilgili tüm patentleri ve haklarını alabilir ve ciddi zengin olabilirlerdi bu arada. Ama onlar bunu yapmadılar.
Tüm bulgularını, tüm çalışmalarını, tüm bilgiyi dünya ile paylaştılar. Herkesin bilimsel araştırmaya, bilime özgürce erişmesi gerektiğine inanıyorlardı çünkü.
Bir yıl sonra 1903 yılında ise Marie Curie tüm Avrupa’da bilimsel bir alanda doktora sahibi olan ilk kadın olacaktı.
Bu arada ikili yavaş yavaş radyoaktivitenin etkilerini yaşamaya ve sağlık sorunları yaşamaya başlayacaktı.
Fakat işler yine de çok iyi gidiyordu.
1903 yılında Marie ve Pierre kimya alanında İngiltere’nin en önemli ödülü olan Humphry Davy Madalyasını almışlardı.
Fakat Marie yine cinsiyet ayrımı ile karşı karşıya kalacaktı. Nobel komitesi Pierre Curie ve Henri Bacquerel’i Fizik Nobel Ödülüne aday göstermişti. Marie Curie’nin çalışmalardaki katkısını göz ardı ederek.
Fakat Pierre Curie bu duruma büyük tepki göstermiş ve Marie Curie olmadan bu ödülü almayacağını söylemiştir.
Bu nedenle Marie de aday gösterilmiş ve bu yılda radyasyon çalışmaları üzerine Nobel Fizik ödülünü eşi ve Henri ile paylaşacaktı.
Nobel ödülü kazanan ilk kadın olacaktı haliyle.
Nobel ödülü ile birlikte finansal olarak da rahatlamıştı Curie’ler.
Hatta ilk defa bir laboratuvar asistanı tutabilmişlerdi. O zamana kadar ceplerinden ödedikleri araştırmaları için de kaynak elde edebilmişlerdi.
1904’te ikinci çocukları Eve dünyaya gelecek, kısa süre sonra Pierre Sorbonne’da profesör olacak, Marie ile birlikte çalışmalara devam edecek, Bilim Akademisine kabul edileceklerdi.
Fakat 2 yıl sonra büyük bir trajedi bekliyordu ikiliyi.
Paris’te bazı işlerini halletmek için yoğun yağmur altında dolaşan Pierre yolun karşısına geçmek için adımını attığında ayağı takılıp yere düşecek ve maalesef bir at arabası üzerinden geçecek ve orada hayatını kaybedecekti.
Bu kişinin herkes tarafından çok sevilen Pierre olduğunu öğrenen çevredekiler inanılmaz üzülmüş, at arabasını kullanan kişiyi ellerinden zor almışlardı.
Elbette Marie bu haberi duyunca dünyası başına yıkılmıştı.
Fakat Pierre’in bir keresinde kendisine şöyle söylediğini anlatmıştı:
“Ne olursa olsun, nefesimiz yettiği yere kadar, birimize bir şey olsa bile diğerimiz çalışmaya, savaşmaya devam etmeli”.
Bu trajedi sonrasında Marie tüm zamanını en iyi yaptığı şeye, çalışmaya verecekti kendini.
Sorbonne’daki eşinin profesörlük unvanı kendisine teklif edilecek ve o da kabul edecekti.
Sorbonne’daki ilk kadın profesör. Herkes merak içindeydi. Gazeteciler, diğer bölümlerden öğrenciler, hocalar, herkes Marie’nin ilk dersini izlemeye gelmişti. Herkes bir şekilde başarısız olacağını düşünüyor, bunu görmek için sabırsızlanıyordu.
Fakat Marie bütün sakinliği ile ağzına kadar dolu amfide, eşi Pierre’in son dersinde bıraktığı yerden derse devam etmiş ve herkesi büyülemişti.
Birkaç yıl sonra, 1911 yılında ise Radyum ve Polonyum keşifleri nedeniyle bir Nobel ödülü daha alacaktı.
Nobel Kimya Ödülünü.
Ve iki farklı alanda Nobel Ödülü kazanan ilk kadın olmasının ötesinde ilk insan olmuştu. Ve bu hala da değişmedi. Bunu başarabilen ilk ve tek insandır Marie Curie…
Bu yıllarda birinci dünya savaşı da patlamış, Marie savaşta yaralananlar için röntgen kullanımı konusunda hastanelere yardımcı olmuş, radyografi konusunda insanları eğitmişti.
Savaş sonrasında Marie Paris Radyum Enstitüsünün direktörlüğünü yapmaya başlamış ve bu enstitü tüm dünyada fizik ve kimya merkezi haline gelmişti.
Amerika’da dersler vermiş ve birçok ödül almıştı dünya çapında.
Ancak 1920’lerde yavaş yavaş tıp dünyasında radyasyonun zararlı etkileri artık anlaşılmaya başlanmıştı.
İnsanlar artık radyoaktif maddelerle çalışırken koruyucu ekipmanlar kullanmaya başlamıştı.
Fakat Marie Curie için artık çok geçti maalesef.
Öncelikle gözlerinde radyasyon kaynaklı ileri derece katarakt oluşumu başlamış, 4’ten fazla ameliyat olmuştu.
Fakat maalesef 4 Temmuz 1934’te İsviçre’de Aplastik Anemi adı verilen ve uzun süreli radyasyona maruz kalma sonucunda geliştiği düşünülen nadir bir hastalık nedeniyle hayatını kaybetmiştir.
Ancak Marie Curie’nin mirası kızı Irene ile de devam edecek ve Irene ve eşi Frederic 1935 yılında Nobel Kimya Ödülünü kazanmıştı. Bununla da kalmamış, küçük kızı Eve de UNICEF’in direktörlüğünü yaptığı sırada Nobel Barış Ödülünü kazanacaktı. Ailecek 5 Nobel Ödülünde imzası olacaktı bu inanılmaz ailenin.
Marie daha sonra Pierre ile birlikte Paris’te bir anıt mezar olan ve iz bırakan isimlerin gömüldüğü Pantheon anıtına gömülmüştür. Bu konuda da buraya gömülen ilk kadın olmuştur. Her anlamda öldükten sonra bile bıraktığı miras ilkleri başarmaya, dünyada silinmeyecek izler bırakmaya devam etmiş ve etmektedir.
Marie Curie’nin çalışmaları fizik ve kimya, onkoloji, teknoloji, tıp ve nükleer fizik ve daha birçok alanda inanılmaz kapılar açmış sonuç ne olursa olsun radyasyonla ilgili keşifleri bilimin en büyük sırlarından bazılarını gün ışığına çıkararak yeni bir dönem başlatmıştır.
Her anlamda bu kadının hikayesinden hepimizin öğreneceği çok önemli şeyler var.
Başarıya giden yolun hiçbir zaman kolay olmadığını, tüm engellere rağmen neler başarılabileceğini öğretmiştir bize.
Ve her zaman olduğu gibi…
Tekrar görüşene dek.
İyi ki varsınız!
Sevgiler…