Yıl 1919. Dünya tarihinin en karanlık dönemlerinden biri yeni sona ermiş. Milyonlar yok olmuş, kalanların elinde hala kan izleri. Korkunç bir dönem.
Diğer tarafta bu karanlığın içinde hala ışığı arayan insanlar.
Birkaç yıl önce Albert “Pardon bölüyorum ama, evrenin yeni yasasını sunmama izin verin” demişti. Genel göreliliği tamamlamıştı.
Peşinden yüzlerce yıl boyunca çözülememiş merkürün yörüngesindeki sapmayı sıfır sapma ile açıklamıştı bu teorisi.
Ardından işte 1919 yılında ilk kez gözleme dayalı bir şekilde kanıtlanacaktı.
Arthur Eddington bir güneş tutulması sırasında Albert’ın teorisini tekrar teste tabi tutmuş ve ışığın tam da onun tahmin ettiği gibi büküldüğünü, uzay-zamanın bükülmesini kanıtlamıştı.
Albert mı? Şöyle demişti. “Eğer Arthur’un bu deneyinden beklediğimden farklı bir sonuç çıksaydı benim için bir şey fark etmezdi. Çünkü benim teorim doğru. Bundan eminim. Aksi halde Tanrı için üzülürdüm. Bir yerlerde hata yaptığını düşünürdüm.”
Özgüven mi? Sanmıyorum. Başka bir şeydi bu.
Bu güneş tutulması deneyinin sonuçlarından bir başkası da bir gecede onu inanılmaz ünlü bir bilim insanı haline getirmesiydi.
Biri çıkmış ve “Evrenle ilgili bildiklerinizi çöpe atın. Onların hepsini değiştiriyorum” demişti. İlk başlarda “hadi ordan” diyenler de bu deney sonucunda “Vay be. Adam haklıymış” demişlerdi.
Tüm gözler onun üzerindeydi artık. Ağzından çıkan her şeyi gazeteler manşetten vermeye başlamıştı.
Bu durum? Onun hiç hoşuna gitmemişti.
“Şöhret beni aptallaştırdı. Hep öyle değil midir zaten? Ancak bunu da çok ciddiye almamak lazım. Charlie Chaplin’in yaptığı gibi.” Demişti.
Charlie Chaplin hayranıydı Albert. O dönemin yıldızlarından bir tek onunla tanışmak istiyordu.
1931 yılında da Chaplin’in efsane filmi City Lights’ın ilk gösteriminde bu isteğine kavuşacaktı.
Aralarındaki sohbet de tarihe geçmişti:
Albert Chaplin’e şöyle demişt:
“Sizin sanatınızda en çok takdir ettiğim şey evrensel olması. Tek kelime bile etmiyorsunuz ama tüm dünya sizi anlıyor”
Chaplin ise şöyle cevap vermişti:
“Doğru ama sizin ihtişamınız daha da yüce. Çok az kişi sizi anlasa da tüm dünya size hayranlık duyuyor.”
Çok az kişinin genel göreliliği ve ne ifade ettiğini anlamaması bir miktar doğru olsa da bunu anlamaya ve anlatmaya çalışan insan sayısı da az değildi.
Yine 1919’da Betty Boop isimli animasyonun yaratıcısı Max Fleischer o dönemdeki imkanları kullanarak bu teoriyi insanlara bir animasyonla anlatmıştı.
Herkes Albert’ı konuşuyordu derken işte bundan bahsediyoruz.
Ancak elbette cevaplanması gereken bir soru var. Elbette Albert çok çok önemliydi. Fakat tarihin en iyisi miydi? Hep bunun cevabını arayıp duruyoruz. En iyisi kimdi? Aslında bunun cevabı yok. Bilimde böyle bir şey yok çünkü. Bir birincilik savaşı değil bu. Tarih her döneminde en iyileri çıkarmıştı fakat bugün dahi yapılan birçok çalışma binlerce yıl önce bu inşaata bir taş koyan büyük isimlerin çabalarının ekosunu taşıyor. Yani bilim kolektif bir çalışmadır ve Albert da önemli bir karakterdir bu takımda. Fakat özellikle başta da bahsettiğim gibi insanlık çok karanlık bir dönemden geçmişti ve Albert ve onun gibiler bir nevi umudun simgesi haline gelmişti. Çalışmalarının ne kadar devrimsel olduğu bir tarafa, insanlık artık başka şeyler konuşmak, duymak. Başka şeylerle ilgilenmek istiyordu.
Bizim gibi değil mi? Bebar Bilim çatısı altında toplanan bizler de öyle değil miyiz? Başka şeyler konuşmak istiyoruz artık. Evimizin dağınıklığına odaklanmak istemiyoruz. Orada bir yerlerde keşfedilmeyi bekleyen bir şeyler var ve biz tüm siyasi çekişmelerden, insanlığın gereksiz güç savaşından, kavgalardan sıyrılıp bu keşifleri konuşmak ve hatta bunları biz keşfetmek istiyoruz. Her sıkıntılı dönem bizim gibi bir insan grubunu ortaya çıkarır. Bunu da söylemeden geçmek istemedim. Sizler karanlığı aydınlatan meşalelersiniz benim gözümde. Bu da burada dursun.
Yani.
Albert en iyilerden biriydi fakat ondan önceki devler olmasaydı o da olmazdı. Bunu da bir tarafa koymak gerekiyor.
Peki sonra ne oldu? Şimdi onu konuşalım. Albert fiziği baştan aşağı değiştirdi, evrenin yasaları yeniden yazıldı, her gün üzerine koyan başka bilim insanlarının çabaları ile bir aydınlanma çağı başladı.
Hikayenin sonu muydu bu?
Albert sayfası burada kapandı mı?
Alakası bile yok.
Mileva’yı hatırlıyorsunuz. Albert Mileva’dan boşanarak kendisine Nobel ödülünden kazanacağı parayı da vereceğine söz vermişti. Ardından. Albert büyük teorisini kovalarken inanılmaz yorulmuş ve fiziken çökmüştü. Birkaç yıl içinde sağlığı çok bozulmuş ve ölümün kıyısından dönmüştü. Bunda da kuzeni Elsa’nın rolü büyüktü. El bebek gül bebek ilgilenmiş ve tekrar ayağa kaldırmıştı onu. Sonrasında zaten 1919 yılında evlendiler. Mutlu bir evlilik miydi? Maalesef. Albert yine Albert’lığını yapıyordu. Ayrı odalarda yatıyorlar, Elsa’nın çalışma odasına girmesine izin dahi vermiyordu.
Başarısızdı Albert. Bu konularda tam bir hayal kırıklığıydı. Kendisi de zaten kabul ediyordu bunu. “Tüm evlilikler hüsranla sonuçlanacak başarısız bir çabadır” diyordu.
“İnsanlığı sevebiliyorum, orada sorun yok. Fakat bireysel olarak birine bağlanmak benim için çok güç”
Her zamanki gibi tek başınaydı.
Fakat bir sebeple bu yalnızlığını ihlal etmek durumunda kaldı.
Birinci dünya savaşından sonra Almanya’da Yahudi karşıtlığı artık gittikçe artıyordu. Bazı Alman bilim insanları Einstein’ın teorilerini “Yahudi bilimi” olarak yaftalıyor ve onu dışlıyorlardı. Buna karşın Albert öne çıkarak aslında kendisi için o kadar önemli olmasa da her fırsatta kendisini Yahudi olarak tanımlamaya başlamıştı.
Bir konuşmasında şöyle demişt:
“Burada kendimi bir Avrupalı ve bir Yahudi olarak ifade etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Ben gerekliliklerini yerine getirmesem de bir Yahudi olarak doğdum. Küçükken aslında çok inançlıydım. Okul yolunda yüksek sesle dualar okurdum. Sonra bilimle ilgili ilk kitabımı okudum. Zamanla aslında her şeyin ardında, her şeyin temelinde sadece kısmen algılayabildiğimiz bir düzen olduğunu fark ettim. Bu düzeni anlamaya adadım kendimi. Buna inanç diyorsanız evet ben inançlı bir insanım.”
Bu düzeni anlamaya çalışırken zaten ışığın doğasını sorgulamıştıu Albert. Özel göreliliğe giden yol da kendine göre var olan bu düzeni anlamaktan geçmişti. Sonra uzay-zaman ortaya çıkmış ve kendince evrenin dişlilerinin bir kısmının nasıl döndüğünü, o her şeyin ardındaki “düzeni” görmüştü.
Ta ki…
Evet.
Yıl 1927.
Albert’ın yol ayrımı…
Kafasındaki düzen anlayışına inen bir darbe.
Birçoğumuzun orada bulunmak için çok şey feda edebileceği o konferans gelip çatmıştı.
1927 Solvay Konferansı.
Albert makro evrenin bir anlamda fotoğrafını çekmiş duvarına asmıştı. Her şey o fotoğrafa uyuyordu. Çok güzel bir manzaraydı bu.
Fakat dedik ya. Her dönem birileri çıkar diye. 1920’lerde de çıkmıştı birileri ve Albert’ın da katkıda bulunduğu, ışığın doğasına dair teorilerin en derinine inerek Albert’ın fotoğrafının yanına yeni bir çerçeve asmaya göz dikmişti.
Bunların başında Niels Bohr geliyor ve Werner Heisenberg gibi genç dehalar bu yepyeni fotoğrafı şekillendiriyorlardı. Evrenin en temeline inerek, ölçeği küçülterek doğanın yasalarını yeniden yazıyorlardı. Kuantum mekaniği doğuyordu.
1927 Solvay Konferansında da bu gençlerin öncülüğünde bir savaş başlayacaktı.
Enerji ve maddenin temelinde yatan atom ve atomaltı parçacıkların evreninde “belirsizlik ve rasgelelikten” bahsediyorlardı.
Albert düzeni çözmeye çalışıyordu ya. Heh. İşte ona karşı çıkıyorlardı. “Maalesef Albert” diyorlardı “Senin gördüğünü zannettiğin düzen aslında kaosun içindeki bir yanılsama”.
Albert mı? Hiç sevmedi bunu. Sevemedi. Kabul edemedi.
Şöyle demişti:
“Kuantum mekaniğinin çok başarılı olduğunu kabul ediyorum. Fakat belirsizlik? Yok. Bu belirsizliğin temelinde de bir şeyler olmalı. Bir açıklaması. Niels’a da söyledim bunu. Tanrı zar atmaz dedim. Fakat ikna edemiyorum.”
Niels Bohr ne demişti Albert’a? “Albert, Tanrıya ne yapacağını söylemeyi bırak.”
Albert’ın bir nevi özgüveni burada da ortaya çıkıyordu. Tanrı zar atmaz derken çok emindi. Hiçbir şüphesi yoktu. Fakat bunu kanıtlayamamak onu çileden çıkarıyordu.
Çünkü ne yaparsa yapsın Bohr haklı çıkıyordu.
Fakat Albert tabi ki boş durmuyordu. Dediği gibi Kuantum Mekaniği başarılıydı fakat insanlar büyük resmi görmüyorlardı. O da onun peşindeydi. Kendine olan güveni ile bunu yapabilecek olanın da kendisi olduğuna inanıyordu.
“O” teoriyi arıyordu.
Her şeyi bir potada eritecek, makroyla mikroyu aynı anda açıklayabilecek, ayrı kuvvetleri birleştirecek o teoriyi.
Her şeyin teorisini…
Kuantum mekaniğini de kurtaracaktı bu teorisi.
Hayatının kalanını da buna adayacaktı. Fakat bu her anlamda kolay olmayacaktı.
Çünkü 20’lerin sonunda Almanya’da Nazi Partisi büyük bir güce ulaşmaya başlamış, 1932 yılında Hitler Almanya’nın diktatörü olmak üzereydi. Ve kimse güvende değildi. Özellikle o dönemde dünyanın en ünlü Yahudisi.
Albert ölüm tehditleri alıyordu. Ve gençken yaptığı gibi bir kez daha Almanya’dan kaçması gerekiyordu.
Gitmek çok sorun değildi onun için. Çünkü şöyle diyordu:
“Hayatım boyunca kendimi bir ülkeye ait hissetmedim. Hatta arkadaşlarıma. Hatta aileme bile. Aslında yıllar geçtikçe daha da kendi içime çekildim. Evet. Bu kadar izole olmak hiç hoş değil. Fakat bir an bile pişman olmadım bundan. Başkalarının anlayışı ve sempatisine ihtiyacım olmadı. Bu sayede onların fikirleri ve önyargılarından da sıyrılma özgürlüğüne kavuştum.”
Durum böyleyken 1933 yılında Albert ve Elsa birlikte Amerika’ya yelken açtılar.
Kendi başına kalma isteği ile Princeton’da bir üniversitede profesör olarak görev yapmaya başladı. Mercer Caddesindeki sessiz ve sakin evinden yürüyüşlere çıkardı. Asla araba kullanmayı öğrenmedi hayatı boyunca. Vatandaşlık başvurusuna uykudan kalktığı gibi gidiyor, artık toplumun tüm kurallarından da kendini soyutluyordu. İşler kendisi için daha da kötüye gidecekti. Kendisini ayakta tutan Elsa 1936 yılında hayatını kaybedecekti.
Mileva’yı 1949 yılında ölene kadar bir daha görmemişti.
Oğlu Eduard şizofren tanısı almış ve 1966 yılında ölene kadar İsviçre’de bir akıl hastanesinde geçirmişti ömrünü.
Diğer oğlu Hans Albert California’da profesör olacaktı. Babasıyla ise çok nadir görüşecekti.
O ise tüm bunlar olurken ne yapıyordu? O teoriyi arıyordu. Ama. Bulamadı.
Birçok insan hayatının son 30 yılını boşa geçirmiş gibi düşünebilir.
Fakat aslında bu çabası bile büyük bir mirastı. Birçok konuda, Kuantum Mekaniğinde bulmaya çalıştığı ve müthiş argümanlarla desteklediği açıklar ile kuantum fiziğinin bugünkü haline gelmesini sağlamasından ziyade herkese neyi araması gerektiğini göstermişti.
Bugün bile birçok insan bu yolu takip ediyor. “Birleştirme”. Tüm yasaları, tüm formülleri, tüm kuvvetleri bir başlık altında toplama. Her şeyin teorisini bulmak. Bugün dahi devam eden en büyük arayış. Bunun fitilini yakan da işte yine Albert olacaktı.
Savaş yıllarında ise genellikle sessizdi Albert. Öne çıktığı tek an Roosevelt’e gönderdiği mektuptu. Nükleer araştırmaların hızlandırılması gerektiğini, Almanya’nın bu işi daha önce başarması durumunda olabilecekleri söylüyordu. Fakat genel kanının aksine atom bombasının üretimine doğrudan hiçbir katkısı olmamıştır.
Savaş sonrasında ise her konuda birçok insan fikrini almak için Albert’ı arardı. Hatta bir keresinde Mercer Caddesinde İsrail’den yetkililer onu ziyaret etmiş ve İsrail devlet başkanı olmasını teklif etmişlerdi.
Bunu elbette bu karakterde bir insanın kabul etmesi mümkün dahi değildi. O da etmedi zaten.
Ne olursa olsun hala bilim onun önceliğiydi.
Ne yaparsa yapsın bir türlü şekillenmeyen o teori onun son çabası olacaktı.
1955 yılının ilkbaharında Albert’ın kalbi artık zayıflamıştı.
Sağlığı gittikçe bozuluyordu ve hastaneye yattıktan sonra…
15 Nisan’da…
O gün. Sekreterini aradı Albert. Kalemini, gözlüklerini, yarım bıraktığı notlarını getirmesini istedi. Aslında durumunun farkındaydı. Çok zamanının kalmadığını çok iyi biliyordu. Ama bir de hesap makinesi istedi üzerine. Oturdu ve hesaplamaya başladı…
Bu nedense beni her duyduğumda çok etkiliyor.
O notlardan, o hesaplamalardan her ne çıkacaksa. Belki de her şeyin teorisi çıkacak fakat bunu, çıkacak sonucu, dünyayı nasıl değiştireceğini görmesi neredeyse imkansız. Önemsizdi bu onun için. Son anlarında bile hayatı boyunca yaşadığı şey uğruna savaşmak. Belki de bir insanı ölümsüz kılan şey de budur. Ne olursa olsun. Yarını görmeyeceğini bilsen dahi.
Ki Albert o günün yarınını göremedi.
Gece yarısını henüz geçmişti ki.
16 Nisan 1955 tarihinde. 76 yaşındayken. Babasının verdiği pusula ile gözleri parlayan o çocuk, insanlık tarihinin en önemli teorilerine imza atmış. Savaşların ortasında “bakın, evrenin nasıl çalıştığını buldum” diye bağıran o adam. Albert. Albert Einstein. Göçüp gitmişti…
Ama herhalde ancak bu kadar anlamlı olabilirdi bir gidiş.
Ölümsüzlüğe en yakın, adını tarihe yazarak, asıl önemli olanın, anlam arayışının peşinde bir gidiş.
Bir çocuk. Her çocuk gibi. Meraklı. Sınırsız hayal gücüne sahip. Soruları olan. Sorular soran. Çok fazla soru soran. Bir çocuk…
Her çocuk gibi. Dünyayı değiştirme potansiyeli olan.
Ama bu çocuk.
Dünyayı değiştirecekti…
O çocuğun adı.
Albert.
Albert Einstein…
Ve her zaman olduğu gibi.
Tekrar görüşene dek.
İyi ki varsınız.
Sevgiler…
Belgeselin diğer bölümleri:
ALBERT – Dahilerin Dahisi – Belgesel – 1. Bölüm – https://youtu.be/dox3tnHgbyU
“Tanrının Düşünce Biçimini Anlamak” – ALBERT Belgeseli – 2. Bölüm – https://youtu.be/9c_sxQDtdu8
“Hayatımın En Mutlu Düşüncesi” – ALBERT Belgeseli – 3. Bölüm – https://youtu.be/PKTMprTMYww