1954 yılında 27 yaşında bir Princeton mezunu olan Hugh Everett arkadaşları ile koyu bir sohbet içindeydi. Birçoğu fizik bölümü mezunu bu arkadaş grubu haliyle dönemin en popüler konusu kuantum mekaniği ile ilgili fikirler ortaya atıyordu. Hugh Everett de bir noktada ipleri koparıp kuantum mekaniğinin kafaları en çok kurcalayan sorularından birine kendince bir cevap bulacaktı.
Biliyorsunuz, bol bol konuştuk. Kuantum fiziğinde elektron gibi temel parçacıklar tek bir durumda değil, bir süperpozisyondadır. Ölçülene kadar aynı anda birden fazla yerde, hızda ve yönde olabilirler. Ancak bizim deneyimlediğimiz makro evrende bir şey ya bir yerdedir ya da başka bir yerde. Kesinlik hakimdir. Makro evrende belirsizlik, süperpozisyon yoktur. Zaten makro evrende bir anlığına da olsa bir cismin süperpozisyonda olduğunu görsek bu görebileceğimiz en ilginç şeylerden biri olurdu herhalde. Birçoğumuz da akıl sağlığına ciddi bir darbe alabilirdi.
Fakat konumuz bu değil. Sorun şu. Büyük bir sorun. Bizim deneyimlediğimiz bu oldukça tahmin edilebilir makro evren bu süperpozisyonda yüzen, belirsizliğe mahkum atomaltı parçacıklardan oluşuyor. Ama nasıl? Nasıl oluyor da oluyor?
Daha önce bir videomuzda hayatını ve teorilerini daha detaylı bir şekilde incelediğimiz Everett işte bu soruna şöyle bir açıklama getirecekti:
Aslında bizim deneyimlediğimiz evren de, makro evren de tek bir gerçeklikten oluşmuyor. Aslında yaşadığımız her şey, var olan her şey, gerçekleşebilecek milyonlarca olasılıktan biri olarak karşımıza çıkıyor. Bir çoklu evreni hayal etmişti Everett. Kuantum mekaniği ile yönetilen, tüm olasılıkların o kadar sayıda evrende gerçekleşme ihtimali bulunan, her aldığımız kararda bu evrenlerden birine adım attığımız bir kuantum makro evreni…
Arkadaş toplantısında hayal ettiği bu evreni orada bırakmamış, Everett bunu 1957 yılında yazacağı doktora tezinin konusu haline de getirmişti. Ama bugün için bile oldukça sıradışı olan bu fikri yüzünden haliyle herhangi bir bilimsel dergide yayımlaması çok zordu.
Fakat Everett için bir nevi havada kalan bu teorisi sonraki yıllarda fizikçiler arasında oldukça popüler oldu. Üstüne bilim kurgunun da bir nevi üstüne atladığı bir konu olması ile popüler kültürde kendine yer bularak kuantum teorisinin paradoksları ile ilgilenmeyen ya da fikri bile olmayan milyonların ilgisini çekmeyi başardı.
Çünkü aslında Everett tam olarak bunu kast etmemiş olsa da çok çok basite indirgendiğinde bu teori şu şekilde yorumlandı. Hayatta aldığımız tüm kararlar, evlendiğimiz kişi, yaşadığımız yer, saçımızın rengi, öğlen ne yediğimiz… Her bir kararın bir alternatifi başka bir evrende başka bir şekilde gerçekleşiyor.
Bir çoklu evrende mi yaşıyoruz? Her kararımızda yeni bir evren mi yaratıyoruz? Kesin olarak bilme şansımız olmasa da bu öngörünün çok da gözardı edilemeyeceğine dair bazı nedenler var.
Çoklu evrenlerin bir olasılık olduğunu gösteren nedenlerden ilki ile başlarsak. Everett çoklu evrenleri ortaya atmadan önce fizikçiler bir çıkmaz içindeydi. Atomaltı evren için başvurdukları yasalar ayrı, makro evren için ise ayrıydı. Bu ikisi arasındaki uçurumu kapatmaya çalışırken de haliyle beyinlerini oldukça zorlamaları gerekti.
Örneğin kuantum mekaniğinde, biliyorsunuz parçacıklar ölçülmediklerinde herhangi bir özelliğe sahip değiller. Onun yerine dalga fonksiyonu ile ifade edilirler. Bu fonksiyon da bir parçacığın sahip olabileceği tüm farklı olası özellikleri ifade eder. Ancak tek bir evrende tüm bu özellikler aynı anda var olamazlar. O nedenle bir parçacığa baktığınızda, yani ölçtüğünüzde çökmesine, bir özelliğe bürünmesine neden olursunuz. Bu fikri de yine daha önce konuştuğumuz Schrödinger’in kedisi ile ifade edebiliriz. Tamamen bir düşünce deneyinden ibaret olan bu deneyde siz bakmadığınızda kedinin hem canlı hem de ölü olduğunu varsayarız.
Fakat çoklu evrenler söz konusu olduğunda bakarsam kediyi öldürebilirim diye korkmanıza gerek yok. Bunun yerine kutuyu açtığınızda zaten bu eyleminiz kedinin ya ölü ya da canlı olduğu başka bir evrenin de kapılarını açıyor.
Çoklu evrenlerin olası olabileceğini gösterebilecek ikinci neden de gerçekliğin sonsuz olmasını sağlamasıdır. 2011 yılında ünlü fizikçi Brian Greene “The Hidden Reality: Parallel Universes and the Deep Laws of the Cosmos” kitabında evrenin ne kadar büyük olabileceği hakkında fikrimiz dahi olmadığını söyler.
Çok ama çok büyük olduğunu biliyoruz. Dünyadan yola çıkıp herhangi bir yönde sonsuza kadar gidebiliriz gibi geliyor. Bu büyüklük karşısında birçoğumuz da bunun böyle olduğunu düşünüyoruz. Eğer böyleyse. Yani evrenin kıyısına ulaşamıyorsak. Yani evren sonsuzsa. Bu durumda Brian Green’e göre kesinlikle çoklu evrenler var. Bunu da şu şekilde mantığa oturtuyor. Evreni ve içindeki tüm maddeyi bir deste oyun kağıdı olarak düşünün. Bir destede 52 kağıt olduğu gibi evrendeki maddenin de bir sınırı var. Destedeki kağıtları yeterince karıştırdığınızda, önünde sonunda kartların sırası tekrar edecektir. Aynı şekilde. Sonsuz bir evrende maddenin de bir şekilde kendini tekrar etmesi ve benzer şekillerde düzenlenmesi gerekir. Mevcut tüm cisimlerin ufak farklarla aynılarını içeren sonsuz paralel alanlardan oluşan bir çoklu evren modeli bu nedenle bu tekrar etme gereksinimini karşılıyor.
Üçüncü nedene gelirsek.
İnsan olmanın garip bir tarafı var. Belki de beynimizin bir düzen oluşturma eğilimi ile alakalıdır. Her hikayenin bir başı ve sonu olduğunu düşünmek isteriz. İstemekle kalmaz. Eminizdir bundan. Buna evrenin hikayesi de dahil. Büyük Patlama teorisi o nedenle birçoğumuzu tatmin etmez. Çünkü bir sorun var. Büyük patlamadan önce ne vardı? Bu patlamayı tetikleyen neydi? Peki evrenin bir gün sonu gelecek mi? Peki ya sonra? Ondan sonra ne olacak? Meraklı zihinler bunları bilmek ister.
İşte çoklu evrenler buna kısmen cevap olabilir. Bazı fizikçilere göre çoklu evrenlerin sosuz bölümleri brane ya da “membranlar” olarak bilinen kısımlardır. Bu membranlar farklı boyutlarda bulunurlar. Ancak biz bunları algılayamayız. Çünkü kendi membranımızda biz sadece uzayın 3 boyutuna ek olarak 1 zaman boyutunu algılayabiliriz.
İşte bazı fizikçiler bu membranların bir paket içindeki dilimli ekmeğin dilimleri gibi bitişik bir şekilde var olduğunu düşünüyorlar. Çoğu kez yakın görünseler de birbirlerinden ayrılar. Fakat bazen. Bir şekilde bu evrenler birbirlerine çarparak birbirlerinin alanlarını ihlal edebilmektedir. Bu çarpışmalar o kadar şiddetlidir ki her seferinde bir büyük patlamaya neden olurlar. Bu sayede paralel evrenler tekrar ve tekrar ve tekrar yeniden başlamaktadırlar. Resetlenirler.
Çoklu evrenlerin mümkün olabileceğine dair dördüncü ve son neden ise ilginç gelebilir. Gözlemlerimiz.
Evet. Örneğin. Avrupa uzay ajansının Planck teleskobu birçok kez konuştuğumuz kozmik mikrodalga arkaplan ışıması ile ilgili veriler topluyor. Evrenin ilk dönemlerinden bu yana mesaj getiren bu ışımayı inceleyen araştırmacıların bazıları bu fotoğrafta çoklu evrenlerin kanıtlarını bulduğuna inanıyor. 2010 yılında İngiltere, Kanada ve Amerika’dan araştırmacılardan oluşan bir ekip bu ışımada bazı garip, dairesel desenlere rastladılar. Öngörülerine göre bu desenler diğer evrenlerle çarpışan evrenimizin yara izleri olabilir.
2015 yılında Avrupa Uzay Ajansından Rang-Ram Chary de benzer bir keşif yaptı. Chary bu fotoğraftan bildiğimiz her şeyi silerek başladı. Yıldızları. Toz ve gaz bulutlarını. Her şeyi. Bu durumda geriye koca bir boşluk kalmasını beklersiniz. Ancak öyle değildi. Belirli bir frekans aralığında Chary bu fotoğrafta olması gerekenden 4500 kat daha parlak bazı yamalar buldu. Chary’nin de diğer ekipten bağımsız bir şekilde öngörüsü aynıydı. Bunlar başka evrenlerle çarpışma sonucu oluşan izler olabilir…
Chary bir röportajında şöyle demişti. Biri bu izlere başka bir açıklama getiremiyorsa şu çıkarımı yapabiliriz. Doğa zar atıyor olabilir ve biz de birçok evren arasında tesadüfen ortaya çıkan evrenlerden biri olabiliriz…
Fakat. En nihayetinde maalesef elimizde başka evrenler olduğuna dair sağlam bir kanıt söz konusu değil. Bu da Standart Model’in açıklayamadığı olguları açıklamaya çalışan hipotezlerden biri sadece. Belkiler, ya öyleyseler… Belki de birbiri üzerine binmiş evrenlerden birinde yaşıyoruz. Belki bir cep evrende. Belki olabilecek her şeyin, tüm olasılıkların kendine ait bir evreni vardır. Ancak her durumda çoklu evrenler bir şeyi vurguluyor. Bizler birer kaza eseriyiz. Evrenimiz şu anda olduğu halini alması için ayarlanmış değil. Sonsuz olasılıklardan rasgele birisi.
Ancak birçok fizikçi bu öngörüye, yani çoklu evrenlere pek sıcak bakmıyor. Özellikle saf bilimsel bakış açısı ile farklı boyutlar gibi test edilmesi çok zor varsayımlara dayanan bu tip hipotezlere. Ancak işin şu tarafı da var. Bilim her zaman kolayca test edilemeyecek bazı büyük sorulara da cevap aramalıdır. Sürekli sadece gerçeklere, elimizdeki verilere bağlı kalsaydık bir adım ileri gidemez, yaratıcılık denen bir şey olmazdı. Faraday, Maxwell gibi dâhiler “görünmez” alanlarla uğraşmazlardı.
Tabi yine birçok bilim insanına göre bu kadar test edilemezlik bu tip varsayımları bilimden çıkararak felsefenin alanına dahil ediyor.
Yine de. Felsefe güzel şey değil mi? Birçok durumda tavuk yumurta hikayesi gibi geliyor bana. Felsefe ile bilimin ilişkisi…
Ve her zaman olduğu gibi.
Tekrar görüşene dek.
İyi ki varsınız.
Sevgiler…