Üniversitede Hocalar Niye Normal Değil?

10 yılı aşkın süredir akademi dünyasının içinde olan birisi olarak bu konuda bir yorum yapabilirim diye düşünüyorum. Akademisyenlerin hiçbiri, buna okutmanlar, araştırma görevlileri, profesörler, hepsi dahil. Hiçbirinin akıl sağlığı yerinde değil. Çok iddialı olmayalım ya da. Çok azının akıl sağlığı tam olarak yerinde diyelim. Buna ben de dahilim. Bundan doğrudan etkilenenler ise öğrenciler. Lisans öğrencileri de kurban ama asıl sorunu yüksek lisans ve doktora öğrencileri yaşıyor. Bu kanıya kendi kendime varmıştım aslında ama yakın zamanda okuduğum birkaç araştırma da tüm bu bulgularımı destekler nitelikteydi. Bu çalışmaların bulgularını çok teknik detaya girmeden paylaşacağım sizinle.

Önce akademisyenlerle ve dolaylı olarak eğitim sektöründe çalışanlarla ilgili toplumsal bir yığın yanlış anlaşılmaya da değinmek istiyorum. Kime sorsanız (selam ekşiciler) öğretmenler, akademisyenler, profesörler yan gel yat bir iş yapıyorlar. Dünyanın en rahat mesleğini icra ediyorlar. Sıfır sorun. Sıfır dert. Senenin zaten birkaç günü çalışıyorlar. Kalanında da çalışıyormuş gibi görünüyorlar. Yok mu böyleleri. Var. Ama çok az. Ki onlar dahi bahsedeceğim tüm psikolojik baskılardan nasibini alıyor.

Diğer taraftan özelliklerle lisans hocaları ve profesörlerle ilgili bir “egoizm” algısı da söz konusu. Burada çok haksız olduğunu söyleyemeyeceğim insanların. Söylediğim gibi. Bu konuda yorum yapabilecek kadar uzun süredir bu sektördeyim ve akademisyenlerin birçoğunda buna benzer bir sorun olduğunu söyleyebilirim. Birçoğu “dünyayı biz kurtarıyoruz, biz toplumun en üst kademesindeyiz, sıradan halkın bizi anlaması, bize yaklaşması söz konusu dahi olamaz” bakış açısına sahip.

Ama bu bir semptom. Akıl sağlığında, benlik algısında yaşanan sapmanın bir sonucu. Altta yatan yığınla baskının, sorumluluğun bir dışavurumu.

Buna aslında güzel bir kelime de bulundu yakın zamanda. Herkes kullanıyor. “Burnout”. “Burnout yaşamaktan” bahseder sık sık insanlar. Anlamı da şudur. Bir insan aşırı iş yüküne rağmen karşılığını alamadığını düşündüğünde ya da çalışma şartlarının adil olmadığına inandığında burnout yaşar.

Size sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim.

Dünyanın en stressiz işi olduğu düşünülüyor ya eğitimin. Yakın zamanda yapılan bir araştırmada akademisyenlerin %43’ünün en azından hafif bir psikolojik rahatsızlığı olduğu ortaya çıktı. Hafiften kastımız da panik ataklar, anksiyete vs. gibi insanın yaşam kalitesini çok ciddi ölçüde etkileyen rahatsızlıklar.

%43. Bu ne demek biliyor musunuz? Bu dünyadaki tüm meslekler arasında ortaya çıkan en yüksek oran.  Dünyadaki hiçbir meslek dalında çalışanların bu denli yüksek psikolojik rahatsızlık oranına sahip olduğu görülmemiştir.

Bir örnek vereyim. Acil yardım, acil kurtarma vs. gibi hayati önem taşıyan ve ciddi bir sorumluluğu olan mesleklerde bu oran %33.

Siz anlayın sorunun ciddiyetini.

Şimdi nedenlerine bir bakalım. Neden tüm hocalar kafayı yemek üzere?

Normal bir akademisyenin yapması gerekenlerin arasında şunlar var: uzmanı olduğu konuda öğrencileri eğitmek. İşte toplumun gördüğü kadarı bu. Ama. Bu işi yaparken her bir öğrencinin çok farklı sorunları olduğu, her bir öğrencinin çok farklı bir tavır, davranış gösterdiği, her birinin öğrenme hızının farklı olduğu ve her birine ulaşmak zorunda olduğu unutuluyor misal. Bunun yanında haftada 20 saat derse giren bir akademisyen en az 20 saatini de bu derslere hazırlanmak için geçiriyor. Dedik ya, sınıfın ayrı bir dinamiği var. Elinize kitabı alıp girerek olmuyor. O kitabı, sınıfınıza, sınıfınızda bulunan ve farklı ihtiyaçları olan ve her biri farklı şekillerde öğrenen öğrencilerinize uyarlamak zorundasınız.  O yüzden o hazırlandığınız 20 saat de sabit değil.

Öğretmekle de bitmiyor. Öğrettiklerinizi test etmeniz lazım. Akademisyenlerin bir çoğu sınavlarını kendisi hazırlıyor. Öğrettiğiniz tüm kaynakların gözden geçirilmesi ve geçerli ölçme ve değerlendirme kriterlerine göre değerlendirilip bir sınavın hazırlanması günler alır. Bununla kalsa neyse. Bir de tüm sınavların okunması var ki zaten mesai saatleri içerisinde bitirmeniz imkansızdır. Akşamları ve haftasonları kağıt okumakla geçer.

Buraya kadar “e işleri bu yapacaklar” diye düşünebilirsiniz. Ama zaten asıl stres kaynağı bu değil.

Üniversitede çalışıyorsanız kendinizi geliştirmekten başka şansınız yok. Bazı okullar bunu şart koşar. Hatta yakın zamanda türkiyede herhangi bir üniversiteye başvurmak için mutlaka yüksek lisans yapmış olma zorunluluğu getirildi. Yüksek lisansı aldınız bitti mi? Bitmedi. Belirli aralıklarla ALES, YDS gibi sınavlara girerek belirli bir seviyenin üstünde not almanız gerekiyor. Bunun yanında yine birçok üniversite hocalarına yazılı veya sözlü çok çeşitli şartlar koşar. Örneğin senede en az bir makale yayınlamalısın, en az birkaç konferansa katılmalı, bir konferansta konuşma yapmalısın der. Bunları yapmazsanız ya olduğunuz yerde sayarsınız ya da maaş zammınız buna göre belirlenir. Hatta birçok insan bu şartları yerine getiremediği için işini kaybediyor.

Nasıl stres yüklemesi?

Ama bunlar da aslında kabul edilebilir. Çok mu fazla? Evet. Ama asıl stres kaynağı ise çok başka bir yerde.

Başta da bahsettim. Adaletsizlik duygusu, karşılığını alamama, yanlış görevlendirme ve birçok yerde mobbing işin tuzu biberi oluyor. İşte bu noktada burnout başlıyor.

Önce karşılığını alamamaktan bahsedelim. Bahsettiğim sorumluluklar zaten işini layığıyla yapan bir akademisyenin gündüzünü gecesini alıyor. Tüm bunlara rağmen en az yüksek lisans ya da doktora mezunu bir insana göre ortalamanın altında bir maaş alıyor bir çoğu. Hatta çok komik paralara çalışan insanlar da tanıyorum. Bu nedenle bu insanlar ek gelir kaynaklarına başvurmak zorunda kalıyor. Özel ders gibi. Ya da çok farklı bir alanda ek gelir elde etmek için gecesini gününe katıyor. Çünkü zorunda. Başka şansı yok. Kendine ayırabileceği çok kısa bir zamanda da bunu yaşıyor.

Zaten tüm zamanını alan sorumlulukları ile burnout noktasına gelen bir akademisyen karşılığını da alamadığında işler çığrından çıkmaya başlıyor.

Karşılığını alamamaktan kasıt sadece para da değil. Size akademinin kirli yüzünden de bahsedeyim biraz.

Birçok üniversitede işini layığı ile yapan insanlar hiçbir şekilde ödüllendirilmiyor. Toplumun her kademesinde karşılaştığımız liyakatsizlik burada da ortaya çıkıyor. İşler networking ile dönüyor akademide de. Yani görevlendirmeler hakkedene göre değil yakınlığa göre yapılabiliyor. 

Burası çok çarpıcı bir bulgudan bahsetmenin tam yeri aslında.

Araştırmalara göre burnout yaşamaya en yatkın insanlar işini en iyi yapan veya yapmaya çalışan insanlarmış.

Kendinizi ne kadar adarsanız kafayı sıyırmaya o kadar yakınsınız yani. Bu da gayet anlaşılabilir aslında. Zira normal şartlarda nasıldır? Yani bir beyaz yakalıysanız ne kadar çok çalışırsanız, ne kadar başarılı olursanız o kadar karşılığını alırsınız. Kariyer basamaklarını tırmanırsınız durmadan. Ama akademide öyle bir şey yok. Çünkü akademide yükselmek diye de bir şey yok. Maksimum profesör oluyorsunuz. Burada küçümsüyormuşum gibi de anlaşılmasın. Elbette çok zor ama bir profesörün maaşına bakarsanız, ya da sorumluluklarına, ne demek istediğimi anlarsınız. Ama asıl sıkıntı da şurada. Bir insan düşünün. Kendini adıyor, gerçekten bilimde çığır açan, sıfırdan bir araştırma yapıyor, bunu yayınlıyor, bunun yanında özgün makaleler yazıyor, uluslararası dergilerde yayınlanıyor vs. türlü zorluklara göğüs geriyor. Psikolojisinden, ailesinden, kendisinden fedakarlık yapıyor. Sonra profesör oluyor. Sonra kendisiyle aynı seviyede başka bir insana bakıyor, bu insan hiçbir özgün makale yayınlamamış, tüm araştırmaları yabancı araştırmalardan çevir kopyala yapıştır araştırmalar. Sıfır zorluk ve sıfır fedakarlıkla senin yıllar boyu tırnaklarınla geldiğin yere sallana sallana gelmiş.

Ne düşünürdünüz?

Nasıl hissederdiniz?

Şimdi akademi dünyasının diğer kurbanlarına bir bakalım. Öğrencilere.

Burada da işler çok can sıkıcı bir hal almaya başladı.

Akademik enflasyon akademisyenler kadar öğrencileri de çok ciddi boyutlarda etkiliyor.

Nedir akademik enflasyon? Bundan 20-30 yıl önce bir lisans hatta lise diploması dahi bir iş bulmaya yeterliyken bugün lisans diploması hiçbir şey ifade etmiyor. En küçük ölçekli şirket dahi master, doktora yapmış, 20 yıl tecrübesi olan, 5 tane dil bilen çalışanlar aramaya başladı. Süper insanlar istiyor herkes. Bu nedenle bir üniversite öğrencisinin geleceğe umutla bakmasını bekleyemeyiz. Tüm öğrenciler yarınından o kadar endişeli ki. Size burada çok ama çok ciddi bir bulgudan bahsedeceğim. Üniversite öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmada öğrencilerin %30’unun geçtiğimiz akademik yılda intiharı aklından geçirdiği ortaya çıkmış.

100 öğrenciden 30’u hayatına son vermeyi düşünmüş!

Bu ciddi bir yaygın psikolojik rahatsızlık göstergesidir. Peki yöneticiler bu konuda ne yapıyor?

İşin kötü tarafı da bu. Hiçbir şey. Hiçbir yönetim bu konuda ciddi bir eylem planına sahip değil.

Çünkü göz ardı ediliyor.

Şimdi hem akademisyenlerin hem de öğrencilerin bu denli ciddi sorunlar yaşadığı, akıl sağlığının gittikçe bozulduğu bu ortamda nasıl bir gelişme bekleyebilirsiniz? Ne tür bir bilimsel çıktı alabilirsiniz bu ortamda? Kimsenin mutlu olmadığı bir ortamda nasıl bir üretkenlik umabilirsiniz?

Ben söyleyeyim. Sıfır. Bu ortamda muasır medeniyetler seviyesine giden yolun en önemli durağı olan üniversitelerden hiçbir şey bekleyemezsiniz. Bu ortamda yetişen ne öğrenciden ne de bir hocadan hiçbir beklentiniz olamaz.

Yarınını görmeyen insanlara “ülkene faydalı ol, yenilikçi ol, üretime katkıda bulun” derseniz size sadece bakar.

Şu anda olan da bu. Akademisyenler haftasonlarını, tatillerini, emekliliklerini bekliyor. Öğrencilerse bir an önce diplomayı almayı. Sonrası? Kimse bilmiyor sonrasını. Ne olacağını, nereye gideceğini kimse bilmiyor. Yalnızca bu mengenenin içinden sıyrılmak ve nefes almak istiyor.

Çok mu karanlık bir tablo çizdim? Hiç mi umut yok?

Şahsen oldukça optimist bir insan olmama rağmen bu konuda şu şartlarda umut olduğunu söyleyemeyeceğim. Bahsettiğim sorunlar çözülmeden üniversitelerin toplumu bir adım öteye götürmesini bekleyemeyiz.

O yüzden yönetimler (buna rektörler, mütevelli heyetleri, yerel ve ulusal yönetimler dahil) bu verilere bakarak ivedilikle bir eylem planı oluşturmak zorunda.

Önce adalet duygusunun yeniden sağlanması gerekiyor. Çalışma şartlarının iyileştirilmesi. İnsanların yarınına umutla bakabilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Aksi halde üniversiteler sadece mümkün olan çok sayıda öğrenci mezun etmeye odaklanan eğitim fabrikaları olmaktan öteye gidemeyecek. Üzgünüm.

Ama optimist tarafım bana her gecenin sonunda gündüz, her kışın sonunda bahar olduğunu söyleyip duruyor.

Bunun için de çok geçerli bir sebebim var. Yeni nesil o kadar farkında ki her şeyin. Tüm bu sorunların bir numaralı kurbanı olan yeni nesil bir çıkış yolu bulacak ve hem kendisi hem de çocuklarımız için çok daha aydınlık bir gelecek inşa edecektir. Buna inanıyorum, inanmak istiyorum.

Haftaya her zaman olduğu gibi ben buradayım. Sizi de beklerim.

İyi ki varsın BebarBilim ailesi…

Sevgiler.

Kaynaklar:

Burnout in university teaching staff: a systematic literature review: Educational Research: Vol 53, No 1

More academics and students have mental health problems than ever before

A systematic review of studies of depression prevalence in university students – ScienceDirect

Removing the stigma of faculty members’ mental health disorders (opinion)

Academia is built on exploitation. We must break this vicious circle | Anonymous academic | Education | The Guardian

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.