Featured Video Play Icon

Şehirlerarası Otobüsler, Aşı Karşıtlığı ve İnanma Özgürlüğü

Şehirlerarası bir otobüs şirketiniz olduğunu düşünün. Bir tane otobüsünüz var. Ve bu otobüsün hiç iyi durumda olmadığını biliyorsunuz. Bakımları geçeli çok oldu. Frenler iyi durumda değil. Yağına suyuna hiç bakılmıyor. Lastikler zaten kabak durumda.

Bu otobüsün ertesi gün uzun bir yolculuğa çıkması gerekiyor. Ağzına kadar yolcu dolu bir şekilde. Bir sorun çıkabileceğini biliyorsunuz ama bütçenizi aşmış durumdasınız ve hem otobüs yarına yetişmeyecek hem de bakım için harcayacak paranız yok.

Kendi kendinize “son birkaç yolculukta da böyleydi zaten. Bir şey olmadı. Bu sefer de olmaz inşallah” diyorsunuz. Bunu uzun uzun düşündükten sonra “bir şey olmayacağına” kendinizi inandırıyorsunuz.

Otobüs yola çıkıyor.

Sonuç.

Elim bir kaza. 40 küsür kişiden kurtulan yok. Çocuklar, gençler, öğrenciler, aileler… Yok oluyorlar.

Siz? Sigorta şirketinden yüklü bir ödeme alıyorsunuz. “Kaza” olduğu için de sizi kimse suçlamıyor.

Şimdi. Buraya kadar hepimiz şirket sahibinin suçlu olduğuna hemfikiriz sanırım. En azından yola çıkmadan önceki bakış açısını biliyoruz. Bu noktada her anlamda sorumluluk kendisine aittir. Orada sorun yok.

Fakat.

Ya otobüs kaza yapmasaydı? Herkes güvenli bir şekilde gidecekleri yere varsaydı… Yine de suçlu olur muydunuz? Yoksa rahat bir şekilde uyuyabilir miydiniz?

Sorunun cevabı çok açık aslında. Evet. Herkes güvenle evine gitseydi bile suçlu olurdunuz. Herhangi bir kanıt olmadan, hatta aksine yığınla kanıt olmasına rağmen inandığınız yanlış nedeniyle.

Bunun da felsefi bir dayanağı var. 1800’lerde yaşayan bir matematikçi ve filozof olan W. K. Clifford en önemli savunucularından.

“Her yerde, her zaman, her şartta, her durumda, yeterli kanıt olmadan bir şeye inanmak yanlıştır.”

Bu görüşe dayanarak elbette istediğimiz konuya bağlayarak istediğimiz çıkarımı yapabiliriz. Ama bugün özellikle günlük hayatımızı yakından ilgilendiren bazı yanlış inanışlara odaklanmak istiyorum.

Bunlardan birisi elbette günümüzün en önemli gündem maddesi aşılar. Ve aşı karşıtları.

Aramızda çocukluktan itibaren herhangi bir aşı olmamış insan sayısı azdır. Bu nesiller boyu bu şekilde devam etti. Sayısız bilim insanının, sayısız çalışmaları sonucunda kabakulak veya kızamık gibi hastalıklar neredeyse yeryüzünden silindi. Milyonlarca çocuğun hayatı kurtuldu.

Elbette öncesinde de sürekli gündemde olan bir konu olmasına rağmen 1998 yılında bilimsel bir dergide yayımlanan bilimsel bir makale sonucunda tüm bunlar değişecekti.

Aşılar ile otizm arasında bir bağlantı olabileceğini söyleyen bir çalışmaydı bu.

O günden bu yana ne oldu peki? Aşı karşıtlığı tavan yaptı. Ve haliyle kızamık başta olmak üzere geride bıraktığımız bir sürü hastalık da uykusundan uyandı…

1998 yılında yayımlanan bu makaleye ne oldu biliyor musunuz? Yetersiz kanıt nedeniyle, herhangi bir bilimsel kanıt ile desteklenmediği için yayından kaldırıldı. O makale artık yok. Ama aşı karşıtlığı giderek artıyor.

Şimdi hangi aşı ne kadar etkilidir, hangi aşıların arkasında kaç tane bilim insanının kaç bin saatlik çalışması olduğundan, birçoğunun sayısız test ve deneme sonucunda güvenilirliğinin ve faydalarının nasıl kanıtlandığından vs. bahsetmeyeceğim burada.

Burada aşı karşıtlığı ve genel olarak komplo teorilerinin arkasındaki inanç meselesinden bahsedeceğim.

Şimdi. Bunu sadece aşı karşıtları veya komplo teorisyenleri ile sınırlandırmak da doğru değil. Biz de dahil olmak üzere dünya yeterli kanıt olmadan bir şeyleri ya da birilerini takip eden insanlarla dolu. Bu konu da felsefenin en ateşli tartışmalarından biri olagelmiştir haliyle. Clifford gibi düşünürler kanıtsız inancın zararlı olduğunu savunurken bir grup da bunun gayet doğal, zararsız olduğunu söylemektedir.

Zararlı olduğunu söyleyenlerin bunu dayandırdığı kavram ise “epistemik sorumluluk” olarak bilinen bir olgu. “Bilişsel sorumluluk” da diyebiliriz. Yani “bilgiye dayalı sorumluluk”. Bilgiye, kanıta dayalı olmayan tüm yaklaşımlara karşı çıkıyorlar haliyle. Evet. Haliyle tanrı inancını da bu kapsamda “bilişsel bir sorumsuzluk” olarak değerlendiriyorlar.

Ancak haliyle buna karşı çıkan grup da özellikle tanrı inancı başta olmak üzere somut bir kanıt olmasa dahi inancın mümkün ve sorumlu olabileceğni söylüyorlar.

Bu isimlerin başında da 19. Yüzyılda yaşamış olan Amerikalı filozof ve psikolog William James geliyor.

James kendisi de oldukça inançlı bir insan olarak Tanrının bilimsel olarak kabul edilmiş hali ile kanıtı olmadığını, bir kanıt gösterilemeyeceğini kabul ediyor. Fakat buna rağmen herhangi bir şeye kanıtsız da olsa ahlaki olarak doğru bir şekilde inanılabileceğini söylüyor. Tabi yine “herkes istediği şeye inanmakta özgürdür” demiyor. O nedenle bir şeye inanıp inanmama konusunda bazı seçeneklerimiz olduğundan bahsediyor.

Bu seçeneklere göre inandığınız şeyin ahlaki olarak savunulup savunulamayacağı belirlenebilir diyor.

Ona göre bu seçenekler de Olası ve İmkansız seçimler, Zorunlu ve Özgür seçimler ve Hayati ve Önemsiz seçimler.

Örneğin sütü seviyorsunuz. Çileği de seviyorsunuz. O nedenle Çilekli Süt sizin için olası ve mantıklı bir seçim olabilir. Bunu seveceğinizi bilir ve bunu tercih edebilirsiniz. Ama mesela brokoli sevmiyorsunuz. O nedenle brokolili süt. Yok. Pek tercih edeceğiniz bir şey değil.

Zorunlu seçim için de mesela o an dışarı çıkmak ya da çıkmamak örnek verilebilir. Şu anda bir karar vermek durumundasınız. Daha sonra karar verme ihtimaliniz yok. Zaten daha sonraya bıraktığınız zaman evde kalmayı tercih etmiş, onu seçmiş oluyorsunuz. Özgür seçim açısından da önünüze sevmediğiniz iki yemek konduğunda ikisini de seçmeme şansınız vardır.

Hayati seçimler de hayatımızı ciddi anlamda değiştirebilecek, etkileyebilecek seçimlerdir. Başka bir ülkede yeni bir hayat kurmak mesela hayati bir seçim olabilir. Ama mesela o gün siyah tişörtü mü yoksa gri tişörtü mü giymeye karar vermeniz sizin hayatınızda bir değişikliğe neden olmaz. Önemsiz bir seçimdir.

William James’e göre tanrı inancı da bu üç kriteri de karşılıyor.

Tanrıya inanmak ona göre bir Olası seçim haliyle. Ayrıca bir zorunlu seçim. Yani agnostizme de karşı çıkıyor haliyle. Ya inanırsınız ya da inanmazsınız. İkisinden biri. Son olarak tanrı inancı Hayatidir. Hayatınızı köklü bir şekilde değiştirme potansiyeline sahiptir.

O nedenle inanç bu durumda basit anlamda bir kanıtın ötesinde mantıklı bir seçimdir.

Bu da işin diğer tarafı.

Ancak. Yine Clifford’a kulak verirsek. Bu açıdan baktığımızda düz dünya veya aşı karşıtlığı gibi akımların da zararsız ve özel bir inanç olduğu sonucu çıkabilir. “Kimseye zarar vermediğim sürece istediğime inanabilirim” sonucu.

Ama Clifford’a göre bu da mümkün değil. Özel inanç diye bir şey yok. Çünkü düşündüğümüz veya inandığımız şeyle ilgili konuşma eğilimi gösteririz diyor. Bazılarımız bu konuda çenesini pek kapalı da tutamıyor. Yani ister istemez o düşüncenizi, o inanışınızı yaymaya başlıyorsunuz.

Hatta yine Clifford bu konuda konuşmasanız bile, bir kelime etmeseniz bile,  bu davranış biçiminize bile sirayet ettiği için hiç bahsetmediğiniz düşünceniz çok üstü kapalı bir şekilde de olsa yayılmaya başlayabilir.

Özellikle önemli bir mevkide önemli bir insansanız. Bir üniversitede bir profesör olabilirsiniz mesela. Ve size göre kadınlar her anlamda erkeklerden aşağı varlıklardır. Bu konuda asla bir yorum yapmasanız, bir kelime bile etmeseniz de yaptıklarınız, davranış biçiminiz bunu açığa çıkaracaktır. Bir düşünün. Anlarsınız değil mi? Hissedersiniz. Bundan bahsediyorum.

İşte dediğim gibi özellikle yüksek bir mevkideyseniz insanlar bu davranış biçiminizi gözlemleyerek ister istemez sizin inanç biçiminizi benimsemeye başlayabilir.

Yani bu tip komplo teorileri evet zararsız gelebilir. Ancak bu Clifford öncülüğündeki bilişsel sorumluluk savunucularına göre bir şekilde yayılma eğiliminde olduğu için başkaları için de zararlıdır ve aşıların kulaktan dolma bilgilerle zararlı olduğunu veya daha önceki videolarımızda da bahsettiğimiz “kendi fikrinize uygun kaynakları eleyerek, aradan seçerek” bir bilme illüzyonu ile zararlı olduğunu söylemek bu bakış açısı ile bilişsel bir sorumsuzluk. Clifford “insanlığa karşı işlenebilecek en büyük günah” olarak tanımlıyor bu durumu.

Bahsettiğim gibi. Bunlar tamamen felsefi bir tabanda yapılan tartışmalar. Ben yine herkesin istediğine inanma özgürlüğü olduğuna inanma eğilimindeyim. Bunu savunuyorum. Fakat bu değerli tartışma insanların kendi doğrularını çok manipülatif bir biçimde empoze etme çabası konusunda da bir soru işareti oluşturdu bende. Sizlerin de fikirlerini merak ettiğim için paylaşmak istedim.

En önemlisi seçimlerimiz veya doğrularımız ve bunları ne kadar sorguladığımız konusunda bir yol haritası sunabilir bize.

“Kim olduğumuzu yeteneklerimiz değil, yaptığımız seçimler gösterir.”

Ve her zaman olduğu gibi.

Tekrar görüşene dek.

İyi ki varsınız.

Sevgiler…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.