Featured Video Play Icon

Manhattan Projesi: Bilim Tarihinin Dönüm Noktası

Geldik bilim tarihinin en keskin dönüm noktalarından birine. Kimine göre bilimin zirvesi, dünyayı değiştiren en önemli keşif, kimine göre ise bilimin alçalabileceği en dip nokta.

Bir önceki videoda konuşmuştuk. Enrico Fermi, Irene Curie, Otto Hahn ve sonunda Lise Meitner’ın çalışmaları ile atomu parçalamayı başarmıştık.

Bu ciddi anlamda tarihin en önemli dönüm noktalarından biriydi. Ortada devasa, inanılmaz, akıl almaz bir güç vardı ve bu gücü kullanarak insanlığa seviye de atlatabilirdiniz. Ya da toplumları yer yüzünden silebilirdiniz…

Ve biz. İkisini de yapacaktık…

Atomun inanılmaz öyküsü bilim insanları ile, savaşlar ile, atom bombaları ile, Manhattan Projesi ile devam ediyor…

Bir atom bombasının yapılıp yapılamayacağı konusu artık nötron keşfine ve nötronun işleyişine bağlıydı. Nükleer fizyon ile bir patlama gerçekleşmesi için bir tür zincirleme reaksiyonun başarılması gerekiyordu. Her bir fizyon ile serbest nötronların ortaya çıkması ve bu serbest nötronların da yeni fizyonları tetiklemesi… Ve kısa sürede deneyler ile bunun, zincirleme reaksiyonun mümkün olduğu anlaşılacaktı.

Bu sıralarda ikinci dünya savaşı da tüm yıkıcılığı ile devam ediyordu. 1939’un Ekim ayında Almanya Polonya’yı işgal etmişti. Ve bunun hemen ardından, aynı ay içinde Albert Einstein dönemin Amerika başkanı Franklin Roosevelt’e kötü haberlerle ve uyarılarla dolu bir mektup yazmıştı. Bu mektubu, yine önceki videodan hatırlarsınız, bir nükleer silah üretilmesi gerektiğine inanan Leo Szilard’ın yardımı ile yazmış ve Roosevelt’e şunları söylemişti. “Uranyum çalışmaları sonucunda fizyon ile zincirleme reaksiyon başarılı oldu. Bu reaksiyon ile devasa bir güç elde edilebilmektedir. Ve bu devasa güç ile aşırı yıkıcı bombalar üretilebilir.”

Einstein mektubun devamında Alman hükümetinin de aktif bir şekilde bu alanda çalışmalar yürüttüğünü ve Amerika’nın da mutlaka bu çalışmalara başlaması gerektiğini söylüyordu. Amerikalılar bu yarışı kaybeder, Alman bilim insanları ilk atom bombasını üretebilirse, Hitler’in bu yıkıcı silahı kullanmaktan asla çekinmeyeceğini.

İlk başlarda Roosevelt bu konuda bir adım atıp atmaması gerektiğine emin değildi. Fakat dört bir yandan gelen haberler, nazilerin böyle bir silahı kullanabilecek olması korkunç bir olasılıktı. O nedenle Roosevelt kısa süre sonra Albert Einstein’a bir mektupla yanıt vermişti.

“Bilim insanları ve askeri temsilcilerden oluşan bir ekip kuruyoruz.”

Roosevelt ilk olarak bir Uranyum Danışma Kurulu kırmış, bilim insanları ve askeri temsilcilerden uranyumun bir silah olarak kullanılabilme potansiyelini araştırmalarını istemişti.

Bu sıralarda Amerika’ya göç etmiş olan Enrico Fermi ekibi ile birlikte Chicago Üniversitesi’nde uranyum ve grafit kullanarak ilk kontrollü ve sürdürülebilir nükleer zincirleme reaksiyonu başarı ile gerçekleştirmişti. O dönemin gazetelerinde bu olaya “ilk insanın ateşi bulmasına eşdeğer bir keşif” benzetmesi yapılmıştı.

Ve haliyle atom bombası artık hiç olmadığı kadar yakındı.

Leo Szilard bu keşif ile ilgili Fermi’ye bir keresinde “İnsanlık tarihinde karanlık bir sayfa açtığımızı biliyordum” demişti.

Roosevelt daha sonra Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Kurulu adını verdiği ekibe Enrico Fermi’yi de dahil etmişti.

Bu arada 1941 yılında bu gelişmeler yaşanırken Japonya Hawaii’deki Pearl Harbour limanına saldırmış ve binlerce Amerikalı hayatını kaybetmişti. Bunun üzerine Roosevelt Amerika’nın da 2. Dünya Savaşına katıldığını açıklamıştı.

Bu gelişme üzerine Bilimsel Araştırma Kuruluna askeri temsilciler de dahil olmuştu.

Fermi’nin uranyum çalışmalarının yanında Glenn Seaborg gibi bilim insanları da saf plütonyum numuneleri üretiyor, Kanada’da da farklı tesislerde nükleer araştırmalar devam ediyordu.

İşte tüm bu çalışmaları daha organize bir şekilde yürütmek amacıyla Roosevelt Aralık 1942’de Manhattan Projesinin startını verecekti ve New Mexico’daki Los Alamos laboratuvarında nükleer fizyon çalışmaları yürüten J. Robert Oppenheimer da bu projenin bilimsel direktörü olarak atanacaktı.  

Project Y olarak da bilinen Los Alamos laboratuvarı işte Manhattan Projesi kapsamında ilk bombaların üretilip test edildiği yer olacaktı.

Ve 16 Temmuz 1945 tarihinde. New Mexico’da Alamogordo’da bir çölde, Trinity Testi adı verilen ilk atom bombası denemesi başarıyla gerçekleşecekti. Ortaya çıkan mantar bulutu 10 km’den fazla göğe yükselecekti.

Fizikçi Isaac Rabi bu anı şöyle anlatmıştı:

“Bir anda gözleri kör eden bir ışık çıktı. Ömrümde bu kadar parlak bir şey görmemiştim. Kimse de görmemiştir. Sonra içinizden bile gelip geçen bir patlama dalgası. Yok. Kimsenin böyle bir şeye şahit olduğuna inanmıyorum. Işıktan sonra bir ateş topu çıktı ortaya. Yükseldikçe yükseldi. Sanki tüm dünyada bundan sonra yaşanacakları işaret edercesine, büyük bir canavar doğuyordu.”

Bu olaya şahit olan başka bir fizikçi Kenneth Brainbridge aslında daha net bir şekilde ifade etmişti: “Artık hepimiz lanetlendik.”

Evet. Trinity Testi ile artık “atom çağı” resmen başlamıştı.

Bu arada Oppenheimer ile birlikte çalışan ekipler biri uranyum bazlı, diğeri de uranyumdan elde edilen yapay bir element olan plütonyum bazlı olmak üzere iki adet bombayı üretmeyi başarmışlardı. Bunların isimleri ise tarihe yazılacaktı. Uranyum bazlı olana “the Little Boy” yani Küçük Çocuk, diğerine ise “the Fat Man”, yani “Şişko Adam” adını vermişlerdi.

Bu iki bombanın tasarımı da yine Oppenheimer’ın liderliğindeki Los Alamos’ta yapılmıştı. Ve Amerika’nın ikinci dünya savaşını sonlandırması için en önemli stratejisi olacaktı bu bombalar.

Bu sıralarda Almanya Avrupa’da ciddi kayıplar veriyor ve teslim olmaya hazırlanıyordu. Ancak Amerika, Japonya’nın sonuna kadar savaşacağını düşünüyor ve bu savaşı bitirmek için çare arıyordu. 26 Temmuz 1945’te müttefiklerin ele geçirdiği Almanya’nın Potsdam şehrinde yapılan Potsdam Konferansında ABD Japonya’ya ültimatom vermiş, yeni, demokratik ve barışçıl bir hükümet kurmaya davet etmişti. Aksi halde “ani bir yıkıma hazır olun” uyarısı da yapılmıştı.

Ancak Japon imparatoru bu çağrıya göre tahttan inecekti ve kendisi gelecek planlar içinde görülmüyordu. Bu şartlar altında da imparator bu çağrıyı reddedecekti.

Roosevelt’in ölümü ardından ABD başkanı olan Harry Truman ise Manhattan Projesinin başarısını öğrenmiş ve artık bombalar kullanılabilecek haldeydi.

Truman projedeki temsilcilerden bombanın kullanılıp kullanılmaması gerekliliği ve gerekiyorsa nereye atılması gerektiği konusunda fikir istedi.

Özellikle Pearl Harbour saldırısı sonrasında Amerika kamuoyu bu konuda başkana baskı da yapıyordu. Proje liderleri de bombalar kullanılırsa savaşın sona ereceğini ve yüzbinlerce kişinin hayatının kurtulacağını, bunun hem Japonya hem de Amerika açısından en doğru seçim olduğuna karar verdiler.

Bunun için de ilk hedef olarak nüfusu nedeniyle ve orada Amerikan esirleri bulunmaması nedeniyle Hiroshima seçildi. Ellerindeki sınırsız gücü kullanarak Japonları teslime zorlayacaklardı.

Ve 6 Ağustos 1945 tarihi geldiğinde Enola Gay bomba uçağı “Little Boy” adındaki atom bombasını Hiroshima’nın üzerine bırakacaktı.

Bomba yere değdiği an itibariyle yaşanan yıkım, görülen manzara, yaşananlar… İnsanlık tarihinde yaşanması, görülmesi imkansız şeylerdi. Korkunç kelimesi az kalır. Binlerce insan. Nasıl söyleyelim. Ölmek değil. Bir anda. İşlerine giden. Okula giden. Markete giden. İnsanlar. Parklarda oynayan çocuklar. Bir anda yok olmuşlardı. Buharlaşmışlardı sanki.

Bu yetmemişti sanırım. Ne Japonya teslim olmuş, ne de Amerika vazgeçmişti.

Üç gün sonra. 9 Ağustos’ta Fat Man de Nagasaki üzerine bırakılacaktı.

İki bomba toplamda kimi kaynaklara göre 100 bin, kimilerine göre 200 bin kişiyi öldürmüştü. Sonrasında neden oldukları hastalıklar kaynaklı ölümleri, yüzbinlerce yaralıyı ve bir milletin aklına kazınan bu felaketi, psikolojik etkilerini saymıyoruz bile.

Japonya ise ikinci bombanın ertesi günü buna karşı koyamayacağını anlayıp teslim olduğunu açıklayacaktı.

Hiroshima doğumlu Setsuko Thurlow o sırada 13 yaşındaydı ve patlamanın olduğu yere sadece 2 km uzaklıktaydı. Patlamadan sağ kurtulanlardan olan Setsuko o anı şöyle anlatıyor. Önce pencereden inanılmaz parlak bir ışık geldi. Sonra ne olduğunu anlamadan kendimi havada uçarken gördüm. İçinde bulunduğumuz bina da yerle bir olmuştu. Bütün arkadaşlarım acı içinde annelerine sesleniyordu. Bir bomba ile tüm hayatımız, sevdiğim her şey, tüm bir şehir, çocukluğum yok olmuştu. Bir saniyede.”

Evet. Artık insanlık tarihi yeniden yazılmıştı. Atom fiziği artık kağıt üzerinde değildi. İnanılmaz enerji artık teoride kalmamıştı.  İnsanlığa daha sonra seviye atlatacak bu enerjinin yıkıcı gücü de sahneye çıkmıştı.

Bilim ile toplum ilk defa böyle bir sahnede bir araya gelmişti.

1949 yılında da Sovyetler Birliği de bu yarışa katılmış ve ABD ile soğuk savaşın temelini de oluşturan bir nükleer rekabete girişmişti. Bunun ardından bombalar daha da büyüyecek, daha da yıkıcı hale gelecekti. Sırada Hidrojen Bombası vardı.

Atom bombası “atomun bölünmesi” yani fizyona dayanırken, hidrojen bombası “atomun birleşmesi” yani füzyona dayanır. Bu ise ortaya çok daha az girdi ile çok daha büyük bir enerji çıkarır. 1952 yılında da ABD Pasifik’teki Marshall Adalarında “Mike” adını verdiği ilk Hidrojen Bombasını patlatmıştı. Ortaya çıkan patlama Hiroshima’ya atılan bombadan 1000 kat daha güçlüydü. Bir yıl geçmeden Sovyetler birliği de bir Hidrojen Bombası patlatarak yanıt vermişti.

Dünyanın süper güçleri ellerindeki süper bombaları birer birer patlatarak güç gösterisi yapıyor, sıradan insanlar ise korku ile izliyordu olup biteni.

Atom bombasının ötesinde Hidrojen Bombasına tam bir “kitlesel imha silahı, tüm insanlığı ortadan kaldırabilecek bir güç” olarak görülüyordu.

O günlerde artık gerçekten tüm dünyayı mahvedecek büyük bir nükleer savaş söylentisi de dolaşıyordu.

Bununla birlikte birçok sivil örgüt bir nükleer silah kontrolünün gelmesini istiyor, bunun için çalışma yürütüyordu. 1980’lerde dünyada bulunan nükleer silahlar zirve noktasına ulaşmış, sonrasında uluslararası anlaşmalar sayesinde bu sayı neyseki çok daha düşmüş ve üretim ve testler kontrol altına alınmıştır.

Şimdi.

Bir de madalyonun diğer yüzüne bakalım.

1948 yılında bilim insanları bir nükleer reaktör ile nükleer fizyonu kullanarak elektrik üretilebileceğini keşfettiler. 1950’lere geldiğimizde ise dünyaya enerji sağlayan ilk santraller açılmaya başlandı.

Çok daha hızlı, çok daha güvenli, inanılmaz bir enerji kaynağına kavuştu insanlık.

Ta ki.

Evet. Yeni nükleer felaketlere kadar.

Önce 1979’da Pensilvanya’daki Three Mile adası kazası. Ardından 1986’da Çernobil. Son olarak 2011’de Fukushima’da.

Bu felaketlerle birlikte nükleer enerjiye de tüm avantajlarının yanında büyük bir tepki oluşmaya başladı.

Yani anlayacağınız insanlığın nükleer fizik çalışmaları ile ilgili geçmişi çok çok çalkantılı.

Bu kanalda da büyük hayranlıkla andığımız birçok bilim insanı sayesinde son 100 yılda her anlamda tanık olduğumuz gelişmeler gerçekten inanılmaz.

Fakat işte… Bilimin kendi başına bir suçu olmadığını burada unutmamamız gerekiyor. Sorun bilimsel gelişmelerde değil. Sorun. Tüm epik hikayelerde, efsanelerde veya filmlerde de gördüğümüz gibi insanın elindeki gücü nasıl kullandığında yatıyor.

Sorun da çözüm de insan en nihayetinde.

Bu konuya farklı açılardan bakacağız bu arada. Hem felsefi hem de bilimsel yönleri ile, Oppenheimer’ın, Richard Feynman’ın, Albert Einstein’ın katkılarına veya karşı çıkışlarına, tüm bu dramdaki rollerine daha detaylı bakacağız.

Ve her zaman olduğu gibi.

Tekrar görüşene dek.

İyi ki varsınız.

Sevgiler…

Kaynaklar:

https://www.osti.gov/opennet/manhattan-project-history/Events/1939-1942/einstein_letter.htm

https://www.history.com/topics/world-war-ii/the-manhattan-project

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.